(devamı...)

Kahramanmaraş’ın düşman işgalinden kurtuluşunun 100’üncü yıl dönümüne özel yazı dizisi başlatan Kahramanmaraşlı Müzik Adamı, Araştırmacı ve Bağlama Üstadı Mehmet Bağlar, Dr. Gökhan Gökşen’in Abdal Halil Ağa’nın hayatını konu alan Beyaz Sessizlik kitabını yazı dizisi şeklinde köşesine taşıdı.

Günlerce kamuoyu oluşturmak için A.B.D. hükümetinin bütün engelleme çabalarına rağmen müziğini susturmuş, kendi kitlesine ulaşabilmek için günlerce yatağından çıkmamıştır.

Çoğumuza garip gelen, bizim kültürümüze ters ögeler içeren bu pasif direniş Amerikan halkını çok etkilemiş ve Vietnam Savaşının sona erdiren kamuoyu baskısının artmasını sağlamıştır.

Kendisinden yıllar önce, haksız bir işgali sadece davulunu susturarak protesto eden Abdal Halil Ağa’yı duysa ne hissederdi?

Halil Ağadan yıllar sonra, Kurtuluş Harbinden etkilenen Gandhi, Hindistan’ı pasif direnişle özgürlüğüne kavuşturacaktır.

Budist Gandhi de İngiliz üniformasını giymeyi ret ederek, Abdal Halil Ağa’nın “gardaşlarımın bağrına çomak vurmam” sözünü hayata geçirecektir.

Maraş işgaline katılan Hintli Müslümanların evlatları da istiklâle pasif direnişle kavuşacaktır.

Sonuçta o dönem Anadolu’da yerel müzik sanatçısı olan

Abdal Halil Ağa’yı neden insanlığa dünyaya tanıtmaya çalışmadık? Hâlâ anlayabilmiş değilim.

Ermeni soykırımından bahseden yalnızlık tahtının maddiyatçı medeniyetine ve bunların taraftarlarına, halklarına ulaşmada neden Abdal Halil Ağa’nın davulunu çalmadık.

Acaba silahla, ölümle, tehdit edilen; buna rağmen, davulunu susturmaktan başka bir şey yapamayan bu insanın bir şehri davullarını susturmasının sebebi neydi?

Yalnızca mezarlıkta, cenaze evlerinde susan davulu hangi ölüm susturmuştu. Davulları susturan ölümü hangi güç Anadolu’ya getirmişti. Silahsız savunmasız devletsiz kalmış Anadolu Müslümanları mı?

Dünyanın dört bir yanında sömürgeleri olan işgal güçleri mi?

Yüzyıllarca beraber yaşadığımız Ermenileri bize kışkırtan, casusları Zeytin’e, Yenicekale kiliselerine gönderen bedbaht medeniyet suretleri mi?

Abdal Halil Ağa saf gönlüyle, bütün mütevazılığı ile dünya tarihine geçecek bir felsefenin de öncüsü olmuştur.

İnanmadığı şeylerin davulunu para için, menfaat için çalmamıştır.

Bazen bir şey yapmamanın yani pasif direnişin ne kadar değerli olduğunu göstermiştir.

YALNIZLIK TAHTININ VARİSLERİ

Bugün üç beş kuruş için birbirini vuran, gönüller kıran, insanların şeref ve haysiyetleriyle oynamakta bir beis görmeyen, onlara verdiği acıları görmekten bile aciz zavallı insan müsveddelerini toplumda gördükçe, hiçbir maddi varlığı olmayan Abdal Halil Ağa’nın gönül zenginliğine ibretle ve hürmetle bakmaktan kendimi alamıyorum.

Tekrar tekrar bu insanın gönül zenginliğine ulaşmak ve anlatmak istiyorum.

Birlikte tuz ekmek yediği her insanın hatta bir milletin, en zor gününde ve en mutlu gününde yanlarında olduğunu hissettiren bu insanın bugünün tuz ekmek hakkını unutmuş zavallılarına ibret olmasını diliyorum.

Ermenilerle tuz ekmek hakkımız vardı. Neden bize saldırdılar diyen pek çok gazi Maraşlının “tuz-ekmek hakkı” kavramından ne anladığını maddiyatçı Batı medeniyetine ve onun cazibesine kapılmışlara anlatmak çok zordur.

Tuz ekmek hakkına güvenip bana bir şey yapmazlar diyen pek çok Maraşlının Ermenilerce vahşice katledildiğini tarih kitapları yazmaktadır.

İşgal sırasında ve sonrasında aç, yaralı, kimsesiz Ermenilere tuz ekmek hakkımız var diye yardım eden, elindeki son ekmeği veren mert insanlar da tarih sayfaların da bolca bulunmaktadır.

Bir gardaşa meyil verip,

Tuz ilen ekmeğin yeyip.

Azıcık hatasın görüp,

Yüz çevirme gönül.”

Diyen Hacı Bektaşi Veli’nin anlattığı, bugün empati diye tanımlanan, karşınızdaki insanın duygularını hissetme, onun da bir insan olduğunu unutan insanlara Abdal Halil Ağa’yı düşünmelerini isterim.

Çünkü o, tuz ekmek hakkı için vazifesini ifa etmiş bu milletin en zor gününde yanında olmuştur.

Bizi millet yapan bu değerler ihmal edilemeyecek kadar önemlidir.

Tebdili kıyafet gezen Fatih Sultan Mehmet alış veriş için girdiği dükkân sahibinin “Ben siftah yaptım, komşum daha yapmadı. Siz ondan alışveriş yapın” demesi üzerine İstanbul’un bu milletle feth edilebileceğini söylediği tarih de vakidir.

Abdal Halil Ağa’nın fakir hayatının sayfalarındaki gönül zenginliği de işgal altından istiklâle taşımıştır bu milleti.

Bu zenginliklerle bir olmazsak, ayrılık tuzaklarına bile bile düşersek, tuz ekmek hakkını, komşu hakkını unutup, tek dişi kalmış bir medeniyetin maddiyatçı düşüncelerini “profesyonellik” kisvesinin altında ruhsuzlaşarak giyersek kader bize neler yaşatır bilinmez.

Bir gün ulaştığınız yalnızlık tahtında krallığınızı kutlamanın hiddetini yaşarken kendinizi bulabilirsiniz.

İşte o zaman bir yandan “Neden bu insanlar beni sevmiyor, ben onlar için her şeyi yaptım.” diye sorma ihtiyacı duyarken, diğer yandan da ulaştığınız, sahibi olduğunuzu sandığınız, aslında sizin olmayan maddi dünyanın yalancı gayeleri için “Onun gözü var, bunun kaşı var, o şunun adamı” derken, kendinizi bulabilirsiniz.

Yalnızlık tahtının, bu maddi dünyanın yenilmez hükümdarı olduğunuza önce kendinizi inandırır, sonra kalbi temiz insanları bu hayallerle kandırmayı denersiniz.

Ama unutmayın ki Abdal Halil Ağa hayalle değil, gönül genişliğiyle, maddi değil, manevi imanıyla, bu dünyaya değil, ötelere bağlılığıyla bu milletin gönül tahtına ulaşmıştır.

Yaşarken kendisine hiçbir pay çıkarmadan; dünyaya geldiği gün gibi fakir, özü sözü bir, bu dünyadan göçüp gitmiştir.

Dünya nimetleriyle kuşanmamak, nefislerimizin azdığı bu çağda aşılması zor bir engel…

Bu cümle sizi aldatmasın Abdal Halil Ağa da insandı.

O da çeşitli akılcı bahanelerle davulunu çalabilirdi.

Ama çalmadı! Aklının, nefsinin azgınlığına fırsat bile tanımadı.

Tertemiz yüreğinin gümbürdeyen sesini dinledi.

İşimizi zorlaştıran, yaşanan zaman değil bizim düşünce yapımız aslında…

Yanımızda silahlı bir işgal ordusu yok.

Bizi öldürecek kadar kinlenmiş hainler yok.

Yalnızca biz varız. Bazen yenemediğimiz, düşüncelerimizi yaşatmaya engel olan kendimizden başkası değil aslında.

Bizi birleştirmeye engel ön yargılarımızı gözden geçirelim.

Bir olmanın, millet olmanın, zevkini gelin abdal Halil Ağa’nın davuluyla bir daha yaşayalım.

Birbirimizin bağrına çomak vurmayalım.

Uzaklarda, bizden olamayan birilerinin sonucunun nereye varacağını bilmeden bizlere yaptırmaya çalıştıkları işler için;

Din kardaşlarımın soğanının kabcığı bize yeter,

Onların bağrına çomak vuramam diyelim.

Bizim sorunlarımızı ‘bir’ olup biz çözelim.

Gelin adımız ne olursa olsun ‘bir’ olalım ‘millet’ olalım.

ABDAL HALİLİN MARAŞ KÜLTÜRÜNE KATKILARI

Abdal Halil Ağa’nın kurtuluş savaşında yaptıklarının yanında, davulcu olarak da Maraş’a çok büyük katkıları olmuştur.

Maraş kültürünü bugünlere taşınmasında Maraş Abdallarının çok büyük rolü vardır.

Davulların, zurnaların günümüze taşıdığı müziklerle Maraş müziği günümüze kadar gelmiştir. Hemen her alanda değerlerimizin kıymetini kaybetmeden anlayamadığımız için, yöresel derlemelerde de geç kalmışız.

Abdal Halil Ağa’nın başı olduğu davulcular Maraş müziğinin yanında yöresel folklor oyunlarının günümüze kadar taşınmasını, oynanmasını sağlamışlardır.

Maraş Abdalları olmasa bu değerlerimiz yok olacaktı.

Maraş düğünlerinin her aşamasında davul vardır.

Nikâhın ana şartı herkese duyurulmasıdır.

Davulda iyi haberleşme aracını olmadığı günlerde hatta bugün bile evliliğin duyurulması için davullar çalınır.

Günümüz Maraş düğünleri şekil değiştirse de, yöresel düğünlerde;

Veleme verilir, davul çalınır. Tohum gavut gider, davul çalınır. Kına gecesi davul çalınır. Düğün günü davul çalınır. Gelin alınırken davul çalınır. Çeyiz gider davul çalınır. Amaç insanların bir araya gelmesi bu mutlu günün birlikte kutlanmasıdır.

Bugün maalesef şehir merkezindeki düğünlerin yozlaştığı herkes tarafından görülmektedir.

Düğün bir şenliktir. Eski Maraş’ı bilen insanlar örf-adetlerle sınırları çizilmiş davul-zurnalı düğünlerin neşesini bilirler.

Davullar bu neşeyi paylaşmak, duyurmak için çalınır.

Günümüzde Maraş’ta bütün düğün salonlarında davul çalmanın yasaklanmasını anlamakta zorlanıyorum.

Kendi kültürümüzü baltaladığımızı görebiliyor muyuz acaba?

Bir sonraki neslin bu kültürü günümüzde dahi hiç yaşamadığını sadece duyduklarıyla bildiğini görsek bu milletin hafızasından neyi yok ettiğimizi anlarız.

Toplumsal paylaşmanın en yoğun olduğu düğünlerimiz de zengin-fakirin birlikte yemek yemesi, birlikte sevinmesi, konu komşunun bütünleşmesi gerçek mana da olmaktadır.

Toplumsal düğünlerden bireysel, bencil düğün törenlerine geçmeyelim.

Davulumuzun sesini düğün salonlarında da susturmayalım.

Maraş’ın müziğini, folklorunu, düğününü, bayramını yazılı kaynakların olmadığı, Osmanlının son dönemi, cumhuriyetin ilk yıllarından, bu günlere taşıyan Abdal Halil Ağa’nın onurumuzu koruduğu gibi kültürümüzü de koruduğunu bilelim.

Abdal Halil Ağa’nın çağdaşı olan, Gomidas isimli bir Ermeni araştırmacının Maraş, Antep, Urfa da 1900 yılında iki yüz elli üç şarkı derlediğini ve ermeni halk müziğinin gelecek nesillere aktarılmasını sağladığını söylesem.

Abdal Halil Ağa’nın Müslüman Anadolu kültürünü, kardeşlerinin yaşam tarzını bu günlere aktarmasının önemi herhalde daha iyi anlaşılır.

Oğlu Abbas Davulcubaşı Maraş Halk Eğitim Merkezinde uzun süre çalışan davulcularındandır.

Maraş halk oyunlarının Cumhuriyet döneminde devam etmesini sağlamıştır.

Yeter Davulcubaşı’nın evinden ayrılırken kapıdan fotoğrafını çeken dostum Dr.Ahmet Tahir Özcan’ın objektifine;

-Ben sizden ekmek istemiyom, aş istemiyom, babamın heykelini istiyom.derken sadece babasının hatırasının canlı tutulması gerektiğini söylüyordu.

Maraş’ın İstiklal Mücadelesinde onurunu kurtaran, onlara destek veren bu mert insan Maraş’ın kültürünün, folklorunun, müziğinin bugünlere ve geleceğe taşınmasında da kendisi ve torunlarının emeği olan;

Bizi millet yapan bu insanın adını, hemşerisi özgürlük savaşçısı Sütçü İmamın adın taşıyan üniversitemizde, Abdal Halil Ağa konservatuarı açarak geleceğe taşınmasını istemek bizlere düşmektedir.

Dünya tarihine geçen “beyaz sessizliğin” bestekârı bu kahraman insan Batı kültüründe olsa adına neler yapılmazdı ki?

ABDAL HALİL AĞA’NIN ÖLÜMÜ

1946 yılının Ramazan ayında. Bayram için hazırlıklarını yapmaktadır.

Maraş’ta Ramazan Bayramında misafirlere hoşafla birlikte kömbe ikram etmek adettendir.

O dönem evlerde yapılan kömbe hamuru pişmesi için odun fırınlarına gönderilir.

Bayram da yoğunluk nedeniyle 4-5 gün öncesinden fırına verilerek sırası gelince pişmesi beklenir.

Abdal Halil Ağa da kömbesini fırında yaptırıp evine şerefe günü getirdikten sonra rahatsızlanır.

Zembilde getirdiği kömbeyi bırakır, bayram için hazırlıkları tamamlamıştır.

Maraş’ta bir başka bayram âdeti de kına yakılmasıdır.

Hanımı Fatey rahatsızlandığı için şerefe gününü evde yatarak geçiren Abdal Halil Ağa’nın ellerine kına yakar.

Anadolu Türk-islam kültüründe kına adanmışlığın ifadesidir. Allah(C.C.)’a adanan kurbanlık koyuna yakılır. Allah için vatana adanan askere giden gençlere yakılır. Evine, erine adanan gelin kızın eline yakılır.

Tıpkı beyaz elbisesi gibi kınası da bu millete, Allah(C.C.)’a adanmışlığını anlatır.

Rahmeti bol ayların en hayırlısı Ramazan ayının son günü gelmiştir.

Arefe gününde evi bayram için hazırlanmış.

Misafirlerin kömbesi yapılmış.

Her Ramazan Bayramından sonra , “Allah bu yılda bayramı nasip etti.” diyerek kurban kesen bu gönül insanı kurbanlık toklusunu da almıştı.

Ellerine kınalar yakılmış, beyaz giysilerini giymiş, rahmete, ayların en hayırlısının rahmetine kavuşmanın bayram hazırlığı tamamlanmıştır.

Mevlana’nın “benim öldüğüm gün sevgiliye kavuştuğum gündür.” O gün Şeb-i aruzdur. Yani düğün günüdür. “Benim vuslat günümdür.” dediği gibi…

Abdal Halil Ağa da Ramazan Bayramı arefesinde Rabbine, onun rahmetine kavuşmuştur. Ölüm günü bayram arefesi olmuştur!

28 Ağustos 1946 Çarşamba günü vefat etmiştir.

Abdal Halil Ağa’nın din gardaşlarının bağrına çomak vurmayarak, batıl yerine hakkı tercih ettiği gün, sığındığı Rabbine kavuşmuştur.

Din gardaşlarının bayram ettiği gün Abdal Halil Ağa da huzuru ilahide nefis imtihanının galibi olarak bayramını kutlamıştır inşallah.

Allahın rahmet ayında rahmete nail olmuştur.

Hastalandığını duyanlar şerefe günü evine gelmişler. Başucunda Kur’an-ı Kerim okuyanlar hiç susmamıştır.

Kendisi sürekli “La ilahe illallah Muhammeden Resulullah” diyerek şahadet getirmiştir.

Şu imtihan dünyasında Allah ve Resulüne iman ettiğine şahit olması için son nefesine kadar Kelime-i Şahadeti dilinden düşürmemiştir.

Dinini, milletini, vatanını, istiklâlin davulunu dünyalık maddiyata satmayan bu yüce insan, sırtına konan bir yastıkla duvarına yaslandığı fakir evinde dünya imtihanının sınavlarından kurtulmuştur.

Bir müddet öldüğü dahi anlaşılamamıştır.

Bu dünyaya hiç meyletmeyen ruhu sessizce beden kafesinden uçmuştur.

Bayram gününde din gardaşlarım dediği şühedanın yanında bayram eylemiştir.

Bir tevafuk eseri 1946 yılı Ramazan Bayramı ve 30 Ağustos Zafer Bayramı birlikte kutlanmıştır.

30 Ağustos, aynı zamanda Malazgirt zaferinin kazanıldığı gündür.

Abdal Halil Ağa’nın ölümü de tıpkı davulu gibi bu milleti ‘bir’ eden bütün günlerin bayramına denk gelmiştir.

İstiklallerini gördüğü din gardaşları bayram kutlarken, Abdal Halil Ağa beyaz kefeniyle vatan toprağına karışmıştır.

Mezarını yeri günümüzde bilinmemektedir.

Ruhuyla bir millete can veren bir insanın mezarının yerinin bilinmesine ihtiyacı yoktur, der gibidir.

Bu olay belki vefasızlığımızın, duyarsızlığımızın göstergesidir. Bir garip Abdalın deryalar gibi ruhunun, kahraman yaradılışının, imanının, vatan aşkının, maddi fakirliğinin yanı başında ki zenginliklerinin, din gardaşlarına olan bağlılığının, hep kenarında yaşadığı bir şehir tarafından ne kadar az anlaşıldığının göstergesi mi acaba?

Oysa aynı şehir onu daima hayırla yâd etmiştir.

Çocuklarına, adına, davuluna, Maraşlım daima hürmet etmiştir.

Abdallar Mahallesi denildiğinde bunlar Maraş Abdalları, Halil Ağanın torunları diyerek, bağırlarına almışlardır.

Çünkü onlar Maraşlının bağrına asla tokmak vurmamıştır.

Ama bu kadar sevgi, saygı Abdal Halil Ağa’nın masalımsı erişilmez gibi görünen hikâyesinden olsa gerek mezar yeri hatırlanmamaktadır.

O ne şeyhtir, ne âlim. Şehrin kenarında ama insanlarının tam ortasında... Abdallar Mahallesinin ayrı dünyasında yaşayan ümmi bir davulcudur.

Hatasıyla sevabıyla bir insandır.

O bir Abdaldır. Yalnızca bir Allah kuludur.

Bağrında din gardaşlarının sevgisi, elinde davulu onların sevinciyle sevinen, hüznüyle üzülen, onların tuz ekmek hakkını gözleyen, vefalı, riyasız adam gibi bir insandır.

Ahirette insan sevdikleriyle haşr olunur derler.

Din gardaşlarına sevgisini ispatlayan bir Abdalın ahirette kimler gardaşı olmaz ki. Kimbilir?

Dünyalık altınla çalmadığı onurunun bedelini, harpten sonra vermek istense de almamıştır.

Bağları, bahçeleri, evleri kabul etmemiştir.

Beyaz sessizliğinin bedelini, düşmanı yerle yeksan eden sözlerinin karşılığını dinin malikinden alacağı güne saklamıştır.

Din bahsi olarak gördüğü bu bedelin karşılığı rahmeti ilahide kim bilir ne olacaktır?

Bu dünyalık ihtiyacı kadarını alan şerrini, nifakını, yalanını değil, özünü, doğrusunu, güzelini yaşayan beyazlar içinde bir Abdaldır.

Daha önce dediğim gibi eğer hayal ürünü bir karakter olsaydı. Ruhlarda bir milletin bağrında yaşayacak bu insanın mezar yeri yoktur derdim.

Abdal Halil Ağa gerçek bir kahraman olarak mezar yeri bilinmese de;

Onun vücudu, vatan yaptığı toprakların, ruhu ise millet yaptığı din gardaşlarının bağrındadır.

Bu dünya da yaşarken hiçbir şeyi olmayanın ölünce neyi kalabilir ki?

Mekânı cennet olsun.

Ölümlerle, açlıkla, fakirlikle, savaşla geçen bir ömür…

İstiklalini kazanmış, al bayrağının dalgalandığı, ezanların okunduğu, kendisinin vatanım dediği bir toprakta ölmek ona yetmiştir.

Başka hiçbir mal varlığı olmadığı için geriye bir ufacık evi kalmıştır.

Yıllarca gönlünün sesini çaldığı tarihe geçen kilolarca altının satın alamadığı davulu Ali oğluna kalmıştır.

Bu oğlu kendisi gibi uzun boylu olduğu için Uzun Ali namıyla tanınır.

Abdal Halil Ağa’nın mezar yeri bilinmemektedir.

Maraş Şeyh Adil mezarlığında 1920 şehitliğinin arkasında sembolik olarak 2000’li yıllarda bir mezar taşı dikilmiştir.

Bu sade kahraman ölümünde dahi kendi bildiği yolda gitmiş. Hayatı pahasına onurunu ezdirmediği din gardaşlarından, Maraş’ından mezar yerini bile gizlemiştir.

Kendi döneminde Maraşlının her an yanında olan bir insandır. Acaba Maraşlılar onun ne kadar yanındaydı? Sorusunu sormakta kendimi alamasam da;

Onun İstiklal Madalyalı şehrinin topraklarında, soğanlarının gabcığına muhtaçlığı şeref kabul ettiği din gardaşlarının yanında huzur içinde olduğuna eminim.

O gün din gardaşlarının bağrına taht kuran bu mert Anadolu insanı, ben Maraşlıyım diyen, özgürlüğe inanan, gardaş bağrına çomak vurmayan vicdan sahiplerinin bağrında yaşamaya devam edecektir.

Bağrına bastığı insanların bağrına vurmayan, tuz ekmek hakkını bilen, imtihan dünyasında istiklâlin bedelini peşin ödeyen Abdal Halil Ağa’nın mekânı cennet olsun.

Bağrımızın tam ortasında, her davul sesi duyduğumuzda, özgürce gezdiğimiz topraklar için her şükrettiğimizde aziz şehitlerimizle birlikte dualarımızda rahmet, mağfiret için Abdal Halil Ağa’ya da yer verelim.

Sofranda aşın mı yok

Elinde davulun mu yok

Halil’im göçüp gittin

Mezarıyın yeri mi yok

Soframda soğanım var

Bağrım da imanım var

Yaradanıma kavuştum

Al bayraklı vatanım var.