Aylardan temmuz. Hava kararmış olmasına rağmen güneş alamamış hıncını, gündüz alev gibi kavurduğu asfalt, taş binalar hala sıcak üflüyor şehre. Özünde tarih kokuyor bu şehrin. 1900 lu yıllardan kalma binalar. Hala faal olarak hizmet vermeye devam eden kiliseler. Kilise olarak yapılmış, bilahare camiye çevrilmiş minik Ayasofya’lar.

İncir sıcağı çökmüş şehir üstüne, nem, sıcak, insanın üstüne üstüne gelen binalar. Şehrin her yerinden görülen 52 katlı o muhteşem! Mimarideki bina. Mersin, Akdeniz...

Yaşam için ısınmak gerekir mutlaka. Soğuk memleketin sıcak insanları Erzurumlular bilir en çok ısınmanın ne dert olduğunu. Orantının tersi burası, Mersin olsa gerek. Serinlemenin ne dert olduğunu şüphesiz bu şehrin insanları daha iyi bilir. Ilık geçen kış ayının ardından dert başlıyor bu şehirde. Her evde bir, bazı evlerde birden fazla klima.Yok, mümkünatı yok. Yapay serinliğin verdiği yanılsamadan kurtulup bir nefes almak için sahile doğru adımlar olduk. Daha 50 metre gitmeden bunun iyi bir fikir olmadığını idrak etmiştik bile. Her adımda boğucu sıcak, tüm bedenimizde ılık ılık vıcır vıcır ter olarak kendini hissettiriyordu. Yola koyulmuştuk bir kez , dönüşü yoktu. Kulağa çok kısa gelen 500 metrecik bir yolu indiğimizde, denizin büyülü kokusu eşliğinde hafif bir esinti beklentimizde suya düşmüştü. Yaprak kıpırdamıyordu. Liman yanında bulunan o büyük parka adım attık. Kendini sokağa, sahile atanlar tek biz değildik. Etraf insan seliydi. 

Sahil ve park denilince zihni canlanır insanın. Yada fazlaca canlanmış, yorulmuş zihinler dinginlenir, hafif bir huzur esintisi dolar yüreklere. Sebebi yeşil ve mavinin muhteşem buluşması olsa gerek.

Yok... Bu akşam her şey göreceli. Adına şarkılar yazılan temmuz ayı.Sahil, deniz, çay bahçeleri. Sessizliği dinlemek için gelmesi gereken, sessizlik sunması beklenen insanlarda bir karmaşa, bir gürültü kirliliği. Batıyor azizim bu akşam her şey batıyor.

Kimseyi görmeyeyim diye baktığın deniz içinde poşetler, tüfek ile mermi atılan balonlardan arta kalan parçacıklar, mısır kepzikleri ve bol bol çekirdek kabukları. Yönünü çeviriyorsun, tüm bankları altı mısır püskülleri. Onlarca pet şişe, yemek artıkları ve olabildiğince çekirdek kabukları.

Zaman geçtikçe insan kalabalığı artıyor, kalabalık arttıkça kendi şehrin , kendi ülken içinde gömüldüğün yalnızlık seni şaşırtıyor. Belki/Bu akşam Mersin Akdeniz in resmi dili Arapça, /belki/nüfus yoğunluğu yalnızca bu akşam Suriyelidir. /Belki yalnızca bu akşam böyledir. 

Hadi biraz yürüyelim. Ayaklandık. Hafif bir rüzgar çıkar gibi oldu. Yok. Esen rüzgar bile cehremizi yakıyor. Adım atsan mısırcı, adım atsan çekirdekçi, ara sıra su satan çocuklar. Satıcı da Suriyeli, alıcı da. Bir ara aramızda konuşmaya çekinir olduk. Garip bir şekilde Türk olduğumuzu gizleme gereği hissettik. Onca insan kalabalığı içinde o kadar azdık ki!

Bir kaç adım daha atmıştık ki, nihayet beklenen rüzgar çıktı. Bir nefes, bir serinlik için çok kişinin duası vardı belki. Bir anda çıkan deli rüzgar ortalığı savaş alanına çevirmişti. Doğal olarak doğa üzerine düşeni yapmaya koyulmuştu. Silip süpürüyor, arındırıyordu. Etraf bir anda toz duman oldu. Poşetler, su şişeleri, her nevi pislik havada uçuşur oldu. 
En çok da medeniyetin tek dişi kalmış çekirdek kabukları havada ahenkle dansa tutuşmuştu.

“Medeniyet” dedi yol arkadaşım.

“Tek dişi kalmış çekirdek” dedim. Gülümsedik, gülümsemenin yüreğimizde oluşturduğu ince bir sızı ile yol alırken…