Bismillahirrahmanirrahim

Hamd, alemlerin Rabbi Allah’adır. Salat ve selam Efendimiz Hz. Muhammed’in, sahabelerinin ve tüm müminlerin üzerine olsun

Değerli kardeşlerim, muhterem Müslümanlar! Var olan bu insanlık âlemi, bir sorumluluk dairesinde yaratılmıştır. Ve bu var olan insanlık âlemine sorumluluklarını ileten ve haber veren Hz. Allah aynı zamanda onların yaratıcısıdır. Adem (a.s.)’dan beşeriyetin son insanına kadar, insanların bu dünya aleminde, neyden nasıl faydalanacaklarını ve kendi aralarında nasıl olacaklarını onlara tayin etme gücüne sahip olan yüce Allah’tır. Çünkü onları yaratıp var eden O’dur. Ve onları görevlendiren de O’dur. Ve onları bütün mahluklardan üstün kılan da O’dur. Ve onları, dünyada hayatlarına bir şekil verip, onları bir imtihan dairesinde tutarak mahşer gününde hesaba çekecek olan da O’dur.

Nasıl ki her ne kadar teknik alet varsa ve o teknik alet için de nasıl bir katalog, bir kullanım kılavuzu lazımsa; en basitsediğimiz bir hesap makinesinin bir kılavuzu varsa, cebimizde taşımız olduğumuz cep telefonunun bir voltajı ve bir kullanım kılavuzu varsa; bütün bu güce ve bu kuvvete sahip olan Halik-i Mutlak Hz. Allah’ın, Âdem (a.s.) babamızdan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’e kadar mükemmel bir şekilde yaratmış olduğu bu insan denen varlığı da katalogsuz, kullanım kılavuzsuz göndermesi mümkün müdür? Bir akıl ki bütün bu bahsettiğimiz teknik aletlere hâkim ve üretimine sahiptir; Allah Teâlâ’nın bu aklı başıboş bırakması mümkün müdür? İşte, bu akıl başıboş yaratılmadı. Adem (as)’dan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’e kadar var olan bu insanlık aleminin nasıl idare edileceği, nasıl huzura kavuşacağı, ne şekilde hem manen hem de madden rahat edeceği peygamberlerle ve vahiyle ibraz edilmiş, kendilerine gönderilmiştir.

Bizler son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (sav)’in ümmetiyiz. Adem (as)’dan, Hz. Muhammed Mustafa (sav)’e kadar bütün Müslümanlar Allah ve peygamberlerine inanmayla mükellef kılınmışlardır. Kuran-ı Kerim’deki "Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz." (Bakara/285) ayet-i kerimesi gereğince bizler de onlara inanıyoruz, yani peygamberler arasında hiç fark gözetmiyoruz. Allah-u Teala’nın bütün peygamberleri ve elçileri insanlık âlemine gelmiş, Beşir (müjdeleyici) ve Nezir (uyarıcı) sıfatına sahiptirler. Ancak ne güzel bir şans ki bizler Hz. Muhammed Mustafa (sav)’in ümmetiyiz. Allah Teâlâ’nın “eğer sen olmasaydın ey Muhammed, ben bu dünyayı, bu kâinatı yaratmayacaktım” dediği peygamberin ümmetiyiz. O’nun katresinden, onun güzelliğinden bütün güzellikler doğdu. Onun ümmetinin güzelliği de sonsuza kadar kendisine verildi. Var olan insanlıkta sonsuza kadar kendisine iman edecek bir ümmet yaratıldı. Ve O’na iman edenler de, “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” (Al-i İmran/110) ayet-i kerimesinde “ümmetlerin en hayırlısı” olarak tabir edildi.

İnsanlar kendi aralarında hem iman hem küfürle mücadeledeyken, aynı zamanda bir idari mekanizmaya da ihtiyaçlar duyuyorlardı. Yani evde babaya ihtiyaç olduğu gibi, mahallede muhtara ihtiyaç olduğu gibi, şehirde belediye başkanına ihtiyaç olduğu gibi, muhakkak ki bir idari sorumluluk dairesinde valisiyle ve devlet başkanıyla bu insanlar idare edilmeliydi. Çünkü onların hepsi de aynı görevde olmuş olsaydı hayat hiçbir zaman güzel devam etmezdi. Muhakkak babaya da ihtiyaç vardır ve idari mekanizmadaki baş eğeceğimiz insanlara da ihtiyaç vardır. Yine bunları da Allah-u Teâlâ başıboş göndermemiş, onlara sorumluluk vermiştir; idari sorumluluk ve makam sorumluluğu vermiştir. idari sorumlulukta ve makam sorumluluğunda kendilerine düşen görevleri tayin etmiştir. O görevlerin ilki de kendilerini bilmeleri ve insan olduklarını anlamalarıdır. Önce kendilerinin de insanlardan bir insan olduğunun farkında olmaları gerekir. Kuran-ı Kerim’de Efendimiz (sav)’e “De ki: "Ben de ancak sizin gibi bir insanım.” (Fussilet/6) buyrulduğu gibi veHz. Rasulullah (SAV)’in: “ben sizden bir beşerim, sizden birisiyim; hem ağlarım hem de gülerim” buyurduğu gibi idarecilerinde öncelikle insanlardan bir insan olduklarının farkında olmaları gerekir.

İşte, bizlerden birisi bizim önümüze geçer ve bizi idare eder. İslam bu idari mekanizmadaki sorumluluğu çok ciddiye almaktadır. İnsanoğlu incinmemeli, insanoğlu ağlatılmamalı, insanoğlunun hakkına geçilmemeli, insanlar arasındaki idari mekanizma adalet kavramı ile idare edilmeli, birlik, beraberlik ve kardeşlikleri sağlanmalı, kendilerinin hak ettikleri bütün dünyevî imkânlar kendilerine sağlanmalı; bunda hiçbir hileye gidilmemeli bunda kişisel ve bireysel payeye gidilmemeli, burada hırs kendisi için değil bütün insanlık için olmalıdır. Kendisi neye ağlıyorsa bilmeli ki idare ettiği de ona ağlar; kendisi neye seviniyorsa bilmeli ki idare ettiği de ona sevinir. Bu duygu ile İslam, kendi manasında gizli olan sevgiyi ve huzuru idari mekanizmaya ve aynı zamanda koltuk sahibi olan insanlara aşılamaktadır. Onların güçleri, koltukları değil belki de kalplerinde taşımış oldukları korkuları olmalıdır. O korkunun adı da Allah korkusudur. İslam herkese olduğu gibi idarecilere de Allah’ın korkusunu aşılamakta, oldukları makamdan onların bir gün muhakkak hesaba çekileceğini onlara hatırlatmaktadır. “Sizler elbet bir gün hesaba çekileceksiniz ve olduğunuz makamdan muhakkak bir gün sorguya çekileceksiniz” demektedir. Ve aynı zamanda bu sorgu dairesinde kendilerine güç ve kuvvet vermektedir.

Değerli kardeşlerim! Hayat ebedi değil, dünya da ebedi değil. Dünkü idareciler gittikleri gibi bugünküler de elbet bir gün gideceklerdir. Dünkü zenginler gittikleri gibi bugünküler de elbet gideceklerdir. Dünkü şöhret sahipleri gittikleri gibi bugünkülerde elbet gideceklerdir. Dünya hiç kimseye kalmayacaktır. O zaman bu kalıcı olmayan dünyada elimizdeki bu emanetlere sahip çıkacağız; makam emanetine sahip çıkacağız, mal emanetine sahip çıkacağız, şöhret emanetine sahip çıkacağız. Bunlar bizim için ayağımızı kaydıran değil, belki de “geleceğe bir zahire olsun, bir azık olsun” diye bakacağız. Eğer bizlerin ayağını kaydıracak şekilde onları kullanırsak, bilmeliyiz ki o nimetin insanın elinde kalabileceği ya on yıldır, ya yirmi yıldır ya da kırk yıldır. Elbet bir gün bu onun elinden alınacaktır. Elinde olmayan bu makam ve şöhret hırsı elbet bir gün tükenecektir. Onun adına üzülmesi gerekiyor; “elimden alınan bu makamın, şöhretin, paranın hesabı bir gün bana sorulacaktır” diye korkuya kapılmalıdır idareci. Ve o korku ile milletine, memleketine, vatanına, bayrağına hizmet etmelidir. Eğer o korku ile değilse, onları elinin altına almış “istediğim gibi yoğururum” anlamıyla “nefsimin istediği şekilde onları alır götürürüm ve ailemin bütün istek ve arzuları için kullanırım” diye bakarsa bilsin ki bu günler elbet bir gün kendisinin üzerine batacaktır. Bugünler ebedi değildir ve o baktığı günde kendisi için en büyük zarar günü olacaktır.

Onun için, değerli kardeşlerim. İslam’ın makam mesuliyeti noktasındaki bakışı çok keskindir. O, karınca hukukunu gözetleyendir, ağaç hukukunu gözetleyendir, kedi hukukunu gözetleyendir, o var olan bütün nefes sahibi vücutların ve hatta azaların hukukunu gözetleyendir ki, bu hukuku gözetleyen de insanı kendi makamında başıboş bırakmaz. İstediği gibi onun caymasına izin vermez, istediği gibi o makamı kullanmasına izin vermez. O kendisi için verilen emaneti bilmeli, hakkından gelmelidir. Baba, yani bir ev reisi baba kendisini bilmelidir, bir mahalle muhtarı kendisini bilmelidir ve bu şekilde idari mekanizmayla herkes kendi sorumluluğunun idrakinde olarak hareket etmelidir. Elinin altındaki insanlara bakış açısı kendisi gibi olmalıdır. Orada Allah’ın rızasını gözetlemeli, insanlığı gözetlemeli ve insan kimliğini ortaya koymalıdır. Aksi halde gün farklı bir şekilde kendisi için sona erebilir, ömür bitebilir. O zaman çok pişman olur, ama fırsat elden geçmiş, imkân elden kaymış, ne olacağını bilmediği bir şeyle karşılaştığı zaman da artık gözyaşının da fayda vermeyeceği şekle gelir.

Onun için, değerli kardeşlerim. İslam’ın ruhu çok farklıdır İslam’ın şairleri olarak meşhur olan Abdullah bin Revaha ve Hassan bin Sabit gibi sahabeler, bugünkü medya diye tabir ettiğimiz değerle Rasulullah (sav)’in yanında olan bu insanlar Rasulullah’ı küfre karşı, kâfirlere karşı savunurlar ve onun hareket mekanizmasının kuvvetli ve güçlü olduğunu ifade ederlerdi. Öyle ki Rasulullah (sav) de “Onların dilleri üzere onlara cevap verin” diyerek onlara izin verirdi. Hassan bin Sabit ve Abdullah bin Revaha, cahiliye ve müşrik olan şairlerin Rasulullah (sav)’i ve onun kardeşleri olan sahabeleri ve dinini hiciv ederken, bunlarda Rasulullah (sav)’i korumaya çalışırlardı. Bunu yaparken de Rasulullah (sav)’in “Onlara Ruhu-l Kudüs’le cevap ver.” uyarısıyla yaparlardı. Yani onlara meleklerin, Cebrail’in dili ile cevap ver ya Hasan. Yani diline sakın ha sakın onların kullanmış olduğu o kötü lafızları kullanarak cevap verme. Öyle bir şekilde, öyle bir edebiyat uygula ki onlar boyun üstü düşsün ve boyunları altlarında kalsın. Onlara öyle bir edebi dille gel ki onlar konuşamasınlar ve senin edebiyatını çözecek şekilde de güçleri olmasın.

İşte, Efendimiz (sav)’in şairleri öyle bir dille, öyle bir okla gelirler ki o oklar müşriklerin yüreklerine ve beyinlerine yerleşir. Öyle bir dille, öyle bir üslupla Rasulullah (sav)’i savunuyorlar ki onlar o şairlerin sözlerinde bizim halk dili dediğimiz o basit dil kurallarını göremiyorlar. Bakıyorlar ki öyle bir edebi üslup var ki o edebi üslubun altında kalıyorlar. İşte bu şairler hakkında ayet iner ve aynı zamanda bir sure, Şuara (şairler) adında bir sure ismi konulur. Değerli kardeşlerim, burada Rasulullah (sav)’e inen bir ayet-i kerime vardır. Zalimler ve mazlumlar arasındaki bir hadiseyi ifade etmekte ve insanları idare etme noktasındaki insanların insana bakış açısının manzarasını ayeti kerime ifade etmektedir. Bunlar bizim lafızlarımız değil, bizim sözlerimiz değil; bunlar Kuran’ın sözleri, vahyin sözleri. Çünkü değerli ümmet! Siz öyle bir aziz ümmetsiniz ki vahiy sizi başıboş bırakmamıştır. Ama vahiyden kopuş varsa o da bizim zelletimizdir, bizim eksiğimizdir. Bizler vahiyden eksik kalmışız, vahiyden uzak kalmışız ve anlamıyoruz. O nedenle burada, zalimle mazlum arasındaki ilgi ve alakayı, ilişkiyi, makam sahibi olanlarla makamsızlar arasındaki irtibatı, Kuran ortaya koymaktadır. “Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler. Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah'ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar başka. Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir.” (Şuara/225-227) Ayet çok garip bir ayet. Garip olmasıyla birlikte, mükemmel ifade ve değeri ile de bizleri haberdar eden bir ayettir. Hayat şartlarımızdaki idari mekanizmamızda bize ne yapacağımızı ifade eden, insanlar üzerindeki idarecileri uyaran ve aynı zamanda zulme uğramış insanlarında muhakkak bir gün zaferin kendilerine ait olacağını ifade etmektedir. Onlar yapmadıklarını söylerler, vaat ederler, boş boğazdan konuşurlar, insanları kandırmaya çalışırlar ve insanları ikna etmeye çalışırlar. Çok iyi idareci olduklarını, çok güzel olduklarını ifade etmeye çalışırlar. Ama gerçekte sunacakları, yalandan, hileden ve kandırmadan başka bir şey değildir. Çünkü onlar yapmadıklarını söylüyorlar, yapamayacaklarını da vaat ediyorlar ve ellerinde koltuğu tutmak için, makamı tutmak için ısrar ediyorlar. Çok ballı konuşuyorlar, tatlı konuşuyorlar ve aynı zamanda sözlerini güzelleştirmek ve ikna etmek için bütün yöntemleri kullanıyorlar. Aman ha, ey insanlar! İdarecinizdeki ve idare edenlerin konumundaki kişilerin, söylediklerini ne kadar ve nasıl yaşadıklarına bakarak onlarla muamele edin ve onları dinleyin. Nasıl yaşadıklarını ve nasıl uyguladıklarını göz önünde bulundurarak onlara itaat edin. Çünkü onlar sizi idare ediyorlar, çünkü onlar sizin idarenizi ele geçirenlerdir. Onun için, sizler muhakkak ki onları göz önünde bulundurmanız gerekir.

Bu ayet aslında, az önce belirttiğimiz gibi, şairlerin kendilerinin yapmadıklarını edebiyatla, dille, şiirle veyahut çeşitli üsluplarla dile getirmelerini ifade ederken, ama usul-ü fıkıhta bütün hayat mekanizmasında cari olunmuş bir hüküm makinasındadır bu ayeti kerime. Yani “yapmadıklarını sizlere aktararak, sizleri aldatarak, sizleri yola getirerek, sizleri ikna ederek ve ikna gücü ile sizin gücünüzü, kuvvetinizi ve desteğinizi almak noktasında ki insanlara dikkat ediniz” diyor ayeti kerime. Çünkü biliniz ki, yaşadığını söyleyenler iman edenlerdir, Allah’tan korkanlardır, sizin malınızda gözleri olmayanlardır, sizin paranızda gözleri olmayandır, makamı ele geçirip sizleri sömürmek istemeyenlerdedir. Çünkü onlar Allah’tan korkarak hareket ediyorlar, sizin malınıza ilişmekte ve sizi kullanmakta kendilerine pay veremiyorlar, Allahtan korkuyorlar. Ayette buyrulduğu gibi; “onlar ki iman ederler ve salih amel işlerler.” Yani onlar ki iman sahibidirler, neden ve nasıl bir güç sahibi olduklarını Allah ve Rasulü’nden öğrenmişlerdir. Aynı zamanda onlar salih amel sahibidirler, yani onlar için sabah namazından yatsı namazına kadar secde vardır ve secdeler arasında da Allah’tan korku vardır. Yapmış oldukları muamelede hesaba sorulacaklarının, hesaba çekileceklerinin sıkıntısı ve zorluğu vardır. Sizler bunlara dikkat edeceksiniz. “onlar her zaman Allah’ı zikir ederler”, onlar her zaman Allah’ı kalplerinde taşırlar; dünyayı, makamı, şöhreti veya edindikleri sıfatları değil Allah’ı kalplerinde taşırlar. İşte Allah’ı kalplerinde taşıyan sınıfları dikkate alın ve onları muhakkak gözetleyin ve eğer onlar bu şekilde olmuşlarsa, onlar Allah’a iman etmişlerse, onlar salih amel işlemişlerse, onlar Allah’ı zikir etmişlerse ama buna rağmen halen zulme uğruyorlarsa onlar elbet bir gün zafere kavuşacaklardır. Onlar zulme uğradıktan sonra muhakkak onlara yardım edilecek, elbet bir gün güneş onlara doğacaktır. Ama gün o Salihlere doğduğunda nasıl olacak? İşte o zaman o güzel insanları, kendi elleri altındaki o mazlumane ve masumane insanları kendi çıkarı için, kendi makamı için, kendi şöhreti için kullananlar var ya onların dönüşleri, onların varacakları yer çok çetin olacaktır. Onların elindekiler öyle bir alınacak ki neye uğradıklarını bilmeyecekler, nasıl alındığını bilmeyecekler, belki gözyaşı dahi onlara nasip olmayacaktır. Neye uğradıklarını, neye uğrayacaklarını bilmeden bir afetle karşı karşıya olacaklardır.

Nitekim günümüzde cereyan eden hadiseler bu hüküm sahibi insanlar, bu güç sahibi insanlar, bugün izliyoruz ki onlar baş üstü olmuşlardır. 30-40 yıl bir memleketi idare edenler, halklarını istedikleri gibi yuvarlayanlar, mallarına geçenler haklarına geçenler, bugün neye uğradıklarını bilmiyorlar ve kendi halkları tarafından, kendi milletleri tarafından tek tek yıkılıyorlar. Evet, biraz önce okuduğumuz ayet-i kerimede ifade edildiği gibi, “o zulmedenler elbet bir gün görecekler ve bilecekler ki onlar aleyhine günlerin nasıl döndüğünü.” Ne çetin bir zamanla karşı karşıya geleceklerini elbet bir gün tadacaklardır.

O zaman, değerli kardeşlerim. Kendi toprağına sadakat, kendi milletine sadakat, kendi bayrağına sadakat, kendi dinine sadakat taşıma her koltuk sahibinin korkusu olmalıdır, her idarecinin korkusu olmalıdır. Çünkü onlar milletin duygularını taşıyorlar, onlar milletin ruhunu taşıyorlar, milletin varlığını taşıyorlar ve milletin ekmeğinden, suyundan, tuzundan sorumludurlar. Onlar fakiri ile zengini ile, yetimi ile mağduru ile herkesin vekili ve kefilidirler. Onlara bu kefalet verilmiştir bu vekâlet verilmiştir. Halk onlardan kendilerine kefilliği istiyor, kendilerine sadakati istiyor, kendilerine doğruluğu istiyor ve kendilerine sahip çıkmayı istiyor. Eğer halk zayıfsa dahi halkın Halik’ının (yaratıcısı) gücü tecelli edecektir. İşte, mustazaf insanların, zayıf insanların güçlerinin heba olmadığı apaçık ortaya çıktı tarih boyunca. Kırk yıllık, elli yıllık, altmış yıllık süre Allah’ın yanında çok kısa bir süredir. Allah’ın sabrının yanında çok kısa bir süredir; göz kırpması kadardır, denizden bir katre kadardır. Belki insan 40 yıl süre dâhilinde o makama oturdu ama o süre Allah’ın sabrının yanında bir göz kırpmasıdır, Allah bir göz kırpması ile onu ondan alabilir mi, alabilir.

Onun için, değerli kardeşlerim. Bizler oturduğumuz koltuğun sorumluluğu içerisinde olmalıyız. Taşıdığımız sorumluluğun bilinci içerisinde olmalıyız. Elbet bir gün hesabı sorulacağı noktasında, bunu dünyaya bırakmamalıyız, bunu ahirete bırakmalıyız ve iyi bir koltuk sahibi, iyi bir sorumluluk sahibi, iyi bir mesuliyet sahibi şuurunu taşımalıyız. Karıncanın hukukuna dahi riayet etmeliyiz. Nefes alıp veren her ne canlı varsa, bilinsin ki o elbet bir gün bize hesap soracaktır. Hele bu insansa ve kendisini, bayrağını, vatanını ve namusunu emanet ettiği bir insan varsa o daha çok dikkatli olmalıdır, o dikkat dairesinde hayatını sürdürmelidir. Aksi halde elbet bir gün nefeslerin tükeneceği noktada onun boynundan da tutacak birisi olacaktır. Belki de çok zayıf birisi olacaktır. Evet, Firavun Nil’de boğuldu, Nemrut bir sivrisinek öldürmesi ile öldü. Hiçbirisi bu gücün üstünde güç sahibi değildir. Bunlar ilahlık iddia ediyorlardı, insanları idare etme noktasında onları çok farklı görüyorlardı. Ama bir İlah-ı Mutlak vardı ki birini Nil’de boğdu, bir diğerini de sivrisinekler yok etti, imha etti. İşte, bir sivrisineğin gelip yok edeceği zaafiyete sahip olan tüm koltuk sahipleri kendilerini taşımış oldukları sorumluluğun idraki içerisinde götürmeleri gerekiyor. Milleti ve halkı kendisine bir paye değil belki de bir sorumluluk içerisinde bilmeleri gerekiyor. Onların hak ve hukuklarına riayet etmeleri gerekiyor. Onların hak ettikleri bütün değerleri Allah’ın korkusuna götürüp onlara vermeleri gerekiyor. Kendilerinin ağlayacağı şeye, ellerin altındaki insanların da ağlayacağına ve kendilerinin güleceği şeye ellerinin altında ki insanların da güleceğine iman etmeleri gerekiyor. Eğer bir idareci idaresini “dünya benimdir” anlayışıyla götürürse, elbet bir gün bir sivrisinek onun da başına bela olacaktır. Ve Zulmedenler hangi akıbete uğrayacaklarını göreceklerdir.” ayet-i kerimesindeki tecelli elbet bir gün kendisi için de cari olacaktır.

Onun için, Efendimiz (sav) bizi şöyle uyarıyor: “Her biriniz birer çobansınız ve kendi sürünüzden mesulsünüz.” Bir ev reisi kendi çocuklarından, bir ev hanımı kendi çocuklarından, bir mahalle muhtarı kendi mahallesinden, bir belediye başkanı veya vali kendi şehrinden ve bir devlet başkanı kendi devletinden sorumludur. Ve her bir vatandaşından ve hatta hayvanlarından ve onların tarlalarından mesuldür ve hesaba çekilecektir. Bu korku ile görev yapıldığı zaman o idarenin tadını hem kendisi alır, hem halkı alır ve hem de çevresi alır. Onun için Rasulullah (sav) bizleri bir çoban misali göreve çağırıyor.

Değerli kardeşlerim. Bizim rotamız, bizim pusulamız Hz. Muhammed Mustafa (sav)’dir. O’na iman etmiş miyiz, Rasulullah’ı seviyor muyuz; seviyoruz. Peki, nasıl seveceğiz Rasulullah’ı? Rasulullah (sav)’i yaşayarak seveceğiz. Menfaatimize gelen, çıkarımıza gelen tarafı tutarak değil. Rasulullah’ı tümü ile yaşamak gerekir. Konumumuz, rütbemiz, makamımız, şöhretimiz, malımız ne olursa olsun ölçümüz Hz. Muhammed Mustafa (sav)’dir ve kendilerine bunu ölçü edinenler makamlarından tat alırlar, mallarından tat alırlar, ailelerinden tat alırlar ve şöhretlerinden tat alırlar. Ama bu ölçüyü arkaya iteleyenler her zaman hepten huzursuzdurlar. Onlar aileleri ile huzursuzlar, toplumları ile huzursuzlar, paraları ile huzursuzlardır.

İşte Allah Rasulü (sav) makam sahiplerini kendi sorumlulukları dairesinde uyarıyor. Hangi makamı temsil ediyorsan et bir insansın, ne olursan ol sonunda ölümü tadansın ve mahşer gününde hesap verensin. İşte bunun için, Allah Rasulü (sav) sorumluluk taşıyan bütün makam sahiplerini uyarıyor. “Her kim bir kavme önderlik ediyorsa ve o kavim ondan razı değilse; Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onun üzerine olsun.” Her kim ki bir toplumun önüne gider de, bir toplumun öncülüğünü yapar da, bir toplumun önderliğini yapar da; makamı ile bir toplumu temsil ediyorsa, altındaki koltuğu ile bir toplumu temsil ediyorsa ve o toplumun isteği doğrultusunda, rahatlığı doğrultusunda, dürüstlüğü doğrultusunda yol almakta değilse, o koltuğu kendi menfaatine, çıkarına, hevasına, isteğine, arzusuna aynı zamanda kendi çıkarının ve çocuklarının geleceğine tayin ediyorsa; Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onun üzerine olsun. Evet, onun için elimizdeki koltuğu, elimizdeki malı paylaşarak götürmek zorundayız. Bir apartmanın kapıcısına ihtiyaç olduğu gibi bir valiye de ihtiyaç vardır, bir doktora da ihtiyaç vardır, bir mühendise de ihtiyaç vardır. Başka bir hadis-i şerifte: “Bir mümin diğer bir mümin için yapıtaşı gibidir. Birisi diğerini tamamlar.” buyuruyor Allah Rasulü (sav).O yapı taşları nasıl birbirini tamamlıyorsa onlar da birbirlerini tamamlarlar. Yapı taşlarında büyüğü küçüğü tartışılmaz, köşe taşı, orta taşı diye tartışılmaz, birini çıkarırsan ortalık karışır, içeri toz duman alır. Aynı bu şekilde “kapıcıya ihtiyaç yok” dersen kendi çantanı kendin taşımak zorundasın, “mühendise ihtiyaç yok” dersen kendi gelişemezsin. Böylece insanların ihtiyacını, zaruretlerini ifade eden her mesleğe ve insana ihtiyaç vardır ve bunların hepsi kendi sorumluluklarını bilmek zorundadırlar, kendi taşımış oldukları makamın değerini bilmek zorundadırlar.

Onun için, Allah Rasulü (sav) uyarıyor: “Ey insanların öncülüğünü yapan, idareciliğini yapan, koltuklara oturanlar, sizler o insanlardan birisinizdir, o sizlere verilen emanettir ve o emanetin güzelliğini bilin. Eğer bilirseniz o emanet büyüklüğünce de hem ecir kazanırsınız, hem adap kazanırsınız. Eğer idrakinde olup insanlara hizmet ederseniz onların huzurunu ve mutluluğunu sağlar, onların hayat şartlarında onlar gibi olursanız, ağladığınız zaman onlar için ağlarsanız, güldüğünüz zaman onlar için gülerseniz Allah bunun karşılığını verecektir. Ama onları ağlatıp çocuğunu güldürürsen, onlar ağlarken kendi makamında sefa içerisinde olursan, o zaman bilmiş ol ki Allah’ın, meleklerin ve insanların laneti senin üzerinedir. Değerli kardeşlerim, bizler kıble ehliyiz; makamlısı ile makamsızı ile, varlıklısı ile yoksulu ile bizler bu kıbleye dönenleriz ve ölümü tadacağız. Yarın mahşer gününe çıkıp hesap vereceğiz. Onun için elimizdekinden hesaba çekileceğiz, makamımızdan hesaba çekileceğiz. Bunun korkusu ve paniği içerisinde olmalıyız. Ama bu şuurda olmakla beraber aynı zamanda bu nimetlerden zevk almalıyız. “Allah-u Teâlâ bu emaneti bize verdi, bizi tahsis etti, beni idareci etti, beni mal sahibi etti. Şükürler olsun sana ya Rab” diyerek niyaz etmeliyiz Allah’a. “Bu halka ben sahip çıkmalıyım, bu millete ben sahip çıkmalıyım, elimin altındaki insanları ezmemeliyim, üzmemeliyim, ağlatmamalıyım. Onlara sunmalıyım bu nimeti. Ne büyük bir nimettir ki, bana verdin. Bunu başkasına da verebilirdin ama beni tahsis ettin” deyip şükredip o görevi layıkıyla yapmalıyız. Yoksa bu lanet, her kim oraya gelirse onun üzerine değildir. Bilakis bir imtihandır. Kazan bu imtihanı! Allah sana verdi idareciliği; muhtar oldun, başkan oldun, reis oldun. Her ne olduysan oldun, elinin altına insanlar verildi, mal sahibi oldun, mülk sahibi oldun, fabrika sahibi oldun. Yüzlerce insan senden ekmek yemeğe başladı. Bütün bunların bir emanet olarak verildiğinin şuurunda ol, insanları razı et ve bu imtihanı kazan.

Onun için Rasulullah (sav); “mazlumlara sebep olmayın, mazlumları üretmeyin, mazlumları oluşturmayın, mazlum insanların avuçlarını havaya kaldırmayın, zalim olmayın” diye uyarıyor bizleri. Makam sahiplerini, mal sahiplerini, güç sahiplerini, uyarıyor. Allah Teâlâ da: “Güç sahibisiniz, makam sahibisiniz, mal sahibisiniz, mülk sahibisiniz. Sizlere hayırlı olsun bunlar ama mazlumları da üretmeyin, çoğaltmayın ellerini havaya kaldırmayın; yoksa ben mazlumu ret etmem, boyun üstü sizi yere düşürürüm, ben mazlumu reddetmem, ben mazlumun yanındayım” diyor. Yine Allah Rasulü (sav) şöyle buyuruyor: “İki dua vardı ki onlarla Allah arasında perde yoktur. Onlardan birisi mazlumun duası, bir diğeri de arada bir bağ olmaksızın bir Müslümanın Müslüman kardeşi ettiği duadır.”

Onun için değerli kardeşlerim (sav) bizleri başı boş bırakmamıştır. Bu ümmeti; makamlısıyla makamsızıyla, zenginiyle fakiriyle, insanları başıboş bırakmamıştır. Allah Rasulü (sav) bizi yoğuruyor ve bizi rahmete ve acımaya davet ediyor. Kardeşliğe, birliğe ve beraberliğe davet ediyor. Hepiniz insansınız, sizin kendi yavrunuz için taşıdığınız hissi bir başkası da kendi yavrusu için taşır. Birbirinizi incitmenin anlamı yok, merhamet sahibi olun. Çünkü eğer olmazsanız biliniz ki: “Kim ki insanlara merhamet etmezse, onların hakkına geçerse makamını ve malını kullanır onları incitirse ve üzerse bilsin ki Allah’ta onlara rahmet etmeyecektir.” Değerli kardeşlerim, onun için, bizler elimizin altındaki insanlara, yanımızdaki kardeşimize ve komsumuza acımak zorundayız. Çünkü Allah Rasulü (sav) başka bir hadiste: “Her kim müminlerin dertleri ile dertlenmez, sadece kendisini görüp başkasını görmüyorsa bilsin ki müminlerden değildir” diyor.

Evet, değerli kardeşlerim, makam bizleri kendisine kaptırmasın, şöhret bizleri kendisine kaptırmasın, mal bizleri kendisine kaptırmasın. Elbet bir gün bunlar elimizden alınacaktır. Neyin sahibi isek onu nasıl kullanacağımızı bilmek zorundayız. Onun için Allah Rasulü (sav) özellikle idari mekanizmaya hitap ediyor; idarecilere ve makam sahibi insanlara hitap ediyor. “İnsanlara karşı eşit gözle bakın, onları evlatlarınızdan dahi ayırmayınız. Onlara adil olunuz, onlara kardeşçe davranınız, onlara acıyınız, onların haklarını veriniz. Aman ha! Kendi makamınızı istismar etmeyiniz, kötüye kullanmayınız, birilerini incitmek için kullanmayınız, birilerinin hakkına geçmek için kullanmayınız.”

Evet, değerli kardeşlerim, bizler bunları kimden öğreniyoruz, Hz. Muhammed Mustafa (sav)’den. O normal bir beşer değil.O, nefis arzusu ile konuşmaz. (Size okuduğu) Kur'an ancak kendisine bildirilen bir vahiydir.” (Necm/3-4) Onu kendimizden birisi olarak kabul edersek hata yaparız. “Rasulullah demişse n’olmuş” dersek çok ciddi bir hataya kapılırız. Rasulullah demişse dinlemek zorundayız, yapmak zorundayız. Çünkü o kendi nefsinden hiçbir şey konuşmaz, ne konuştuysa vahiyden konuşur, ayetten konuşur. Onun için Allah Rasulü (sav): “Her kim, hangi idareci, hangi makam sahibi olursa olsun liyakate bakmaz, hak edene bakmaz, kendisine yakına bakar, kendi menfaatine ve çıkarına bakar ve daha iyisi orada varken akrabalığından veyahut çıkarından dolayı birilerini getirir iş başına koyarsa bilsin ki o Allah’a, Rasulullah’a ve bütün müminlere hainlik etmiştir.” diyor.

Değerli kardeşlerim, hayatımızı dikkate almalıyız, kimlerin yanında olduğumuzu da iyi bilmeliyiz, memleketimizin birliğini, beraberliğini, milli ve manevi değerlerini koruma noktasında kimin yanında olduğumuzu da net bir şekilde bilmemiz gerekir. Çünkü eğer bu değerler nisbetinde gerçekten dikkat etmezsek yarın zarar edecek olan yine bizler olacağız. Onun için, evimizde, sokağımızda, caddemizde, her nerde olursak olalım arkadaşımızı ve yanında olacağımız kişiyi iyi tespit etmek gerekir. Çünkü yine Rasulullah (sav): “Kişi arkadaşının dini üzerinedir.” “Kim bir zalimle yol alır, zalim olduğunu bilirse; komşusu veya arkadaşı dahi olsa zalim olduğunu, insanlara, memleketine zulmettiğini bilir buna rağmen halen onun yanında olup onla yürürse ve ona destek ve kuvvet verirse bilsin ki o İslam’dan çıkmıştır.” buyurmaktadır.

Onun için Efendimiz (sav)’in sözlerini dikkate almalıyız. Biz bunu yaşayarak götürmeliyiz. Eğer öyle yapmazsak huzursuzluk evimizden tutun da memleketimize kadar dağılır. Onun önleyicisi bizleriz ve bunu önleyeceğiz. Bunu önleme noktası da Hz. Muhammed Mustafa (sav)’i dinlemeyledir. Değerli kardeşlerim, her kim ne makam sahibi olursa olsun eğer zulmediyorsa, milletini ağlatıyorsa, vatanını dağıtıyorsa, gerçekten milli ve manevi değerlerde milletin değerlerine saygı duymuyorsa ve zulüm ediyorsa biraz önce okumuş olduğumuz Şuara suresindeki ayet-i kerime tecellisi ile “muhakkak o zulüm edenler elbet bir gün görecekler, sonlarının ne çetin bir sonuçla sonuçlanacağını elbet bürgün görecekler.” Onun için, Allah dostlarından bir dost şiirinde ne güzel söylemiş: “Bu zamanı bu asrı idare edenler sapıttıklarında, yoldan çıktıklarında, halklarına ve milletlerine ters düştüklerinde, milletlerinin ve haklarının milli değerlerine ters düştüklerinde, ahlaki değerlerle ters düştüklerinde onların zararları ne de güzel ortaya çıkıyor, ne de güzel rezil oluyorlar. Çünkü onlar dini dünyaya sattılar, dünya uğruna dinlerini terk ettiler ve onların ticaretleri hiç karlı çıkmadı.”

Değerli kardeşlerim sizler hayatı seyrediyorsunuz, hayat akışında insanların ne kadar zorluk çektiğini de görüyorsunuz. Onun için tedbirli olmalıyız, dikkatli olmalıyız. Memleketimizin huzurunu bozmamak için elimizden geleni yapmalıyız. Birliğimizi, kardeşliğimizi Allah Rasulü ile beraber götürmeliyiz, Kuran’ın ayetleri gölgesinde götürmeliyiz. Bizim kardeşliğimizi sağlayan güzel insanları iyi tanımalı ve onların yanında yer almalıyız.

Allah-u Teâlâ sizleri ve bizleri muhafaza etsin. Memleketimizi huzur ve istikrara kavuştursun. Birliğimizi, beraberliğimizi daraltmasın. Kardeşliğimizi daim eylesin. Memleketimize gözyaşı koymasın. Vatanımızı bütün belalardan muhafaza eylesin. Her kim gözyaşı akıttırmak istiyorsa Rabbim onlara fırsat vermesin. Allah sizleri muhafaza etsin ve kardeşliğimizi devam ettirsin. ÂMİN

Efendimiz (SAV)’in ravza-i mutahharaları ve sadaat-ı kiramın ruhları için EL-FATİHA