Az kelimesi kendisi gibi hep küçük şeyleri anımsatır.
Azıcık parası var denir.
Azıcık bana da versene denir. Az kaldı denir.
İki lokma bir kelimedir işte az. Hap gibi yutarsın.
Midende bile yer tutamaz. Az sevilmez o yüzden, ‘çok’ istenir.
Çok makbuldür. Çok dilenir. Çok param olsun, çok arkadaşım, çok kıyafetim. Çok çok çok.
Hayatı, her gün bir yerlere gide gele ‘az’dan ‘çok’a götürmeye alışan karıncalar gibi, çekiştirir dururuz.
Bir tane daha olsa. Bende bir fazlası olsa. Hayallerimizde bolluk vardır.
İki elimizle taşıyamayacağımız kadar çok şey isteriz.
Boyumuzdan büyük iştahımız vardır. İnsan zaten buna denir.
Geçenlerde ‘az’la karşılaştım umulmadık bir yerde.
Oğlumla, iki kuzeniyle ve bir arkadaşıyla sadece çakıl taşı olan bir kumsala gittik.
Oraya yüzerek gittiğimiz için, çıplak gittik diyebiliriz. Havlu yok. Kova, kürek, kamyon, cep yok. Sadece deniz, taş, ağaç, dal.
Ben taşlara yatıp ısındım.
Yazın denizden çıkınca, sıcak taşlı kumsala yatmak, her türlü şezlongdan güzelmiş.
Dünyanın kucağına yatıyorsun gibi oluyor.
Her bir taşta hikaye var, kulağına değil belki ama teninden bütün hücrelerine yayılıyor hikayeleri.
Bir kalktım, herkes meşgul.
Kimi koca bir kütüğe sopa batırmış, yelkenlisini suda yüzdürüyor.
Kimi dikkatle suya eğilmiş kolye yapmak için deniz kabuğu arıyor.
Kimi kayalara tırmanıyor kimi taşları üst üste diziyor...
Tam iki saat boyunca o kıyıda geçti zaman.
Geçmedi hatta bizimle orada kaldı zaman.
Daha önce hiç bu kadar tanımsız, yersiz, zamansız hissetmemiştim.
Çocuklara komutlar veren büyükler de yoktu (bence çocukluğun en zor yanı o).
Herkes kendi halinde keyiflere çıktı, yatıp birbirinin sırtına sıcak taşlar koyup terapi yaptı.
Deniz kabuklarını kolyesine ekledi. Yüzüp üşüdü, çıkıp kurudu.
Hiçbir şeysiz, hayatın en güzel iki saatlerinden birini yaşadık.
Şimdi soruyorum size, hayatınızın en güzel anlarında çok mu şeyiniz vardı, az mı şeyiniz?
Belki de sevdiğinizden başka hiçbir şeyiniz.
Eve gelince, kumsal çantasını kaldırdım kenara. Onlara ihtiyacımız yoktu.
Çocuk oyalanmak değil, keşfetmek isteyen şeydi. Doğada bedenine rüzgar vursun, dalga vursun isteyen şeydi.
Hayat öyle hissedilirdi. Kocaman bir taşı sudan çıkartarak, onu tekrar suya atıp sesini dinleyerek.
Dalların yüzmesine şaşarak. Yengeç bularak. Kayalara çıkarak.
Ayağının altında sert taşlar varken yürüyerek.
Kimsenin bulmadığı en uzun dalı bulup gururlanarak.
Yaprakla sudan böcek kurtararak. Hayat sadece böyle hissedilebilir. Di. Ben de bilmiyordum.
Dönünce Ebru, “Neden şaşırdın, tüm zamanların en iyi 11 oyuncağını bilmiyor musun” dedi.
Neymiş dedim. Sopa, kutu, ip, karton rulo, toprak, mandal, top, tencere, taş, kum.
Meğer çocukluğun en güzel anıları çamurdan yapılırmış.