Halid Ziya’nın 1896–1897 yılları arasında yazdığı “Döneminin İstanbul’unu anlatan” romanlarından biri olmasının yanı sıra, yazarın yaşadığı dönemin sosyo-kültürel durumunu ve döneminin basın, edebiyat ve şiir hayatı hakkında da önemli bilgiler edinebileceğimiz eserlerinden de bir tanesi. Ağır diliyle okuması biraz zor olan kitabı ben Özgür yayınlarından okudum. Bilinmeyen her kelimenin yanına anlamını parantez içinde yazmışlar. Bu şekilde evet biraz okuması zor, ama gayet anlaşılır olduğu için ben sevdim. Kitabın ön sözünde bulunan Halid Ziya’nın açıklamasında da güncellenmesi gerektiği belirtilmiş. Gelin konusuna da kısaca göz atalım.

ELMAS YAĞMURU

Mir’at-i Şuûn gazetesinin sahibi Hüseyin Baha efendinin gazetenin 10. Yılı için Tepebaşı bahçesinde verdiği bir davetle başlıyor. Davetli gazeteden Raci ile Ahmet Cemil arasında bir tartışma yaşanıyor. Ahmet Cemil’e göre dilimiz süs ve sanatta çok yapmacıklaştırılıyor. O gece Ahmet Cemil gökyüzündeki mailiklere bakıyor ve siyah denizin içindeki Baran-ı Elması yani elmas yağmurunu görüyor. Ahmet Cemil 22 yaşında ün sahibi olmak isteyen ve edebiyat dünyasında tanınmak isteyen bir genç. 19 yaşında babasını kaybediyor. Aslında babasını kaybedene kadar umutlu bir genç babasını kaybettikten sonra geçim kavgası onun omuzlarına yükleniyor. Gittiği Mekteb-i Mülkiye’de tanıştığı Hüseyin Nazmi ile edebiyat hakkında düşünmeye başlıyorlar. İkisi birlikte buldukları her şeyi okumaya başlıyorlar. Bir süre sonra romanlardan nefret edip tarih kitapları okumaya başlıyorlar. Sonra ise şiire yöneliyorlar. Şiir de ise sadece akıcılığa bakıyorlar ve kafiye ile ilgileniyorlar. Bir süre sonra şiirin ruhunu anlamaya çalışıyorlar. Bir gün Fransızca bir kitap alıyorlar ve o kitaptan Mezar diye bir şiir okuyorlar. Bu şiirden hem Hüseyin Nazmi hem de Ahmet Cemil çok etkileniyorlar. Ahmet Cemil bu şiir üzerinden içindeki duyguları arkadaşına döküyor. Bir şeyler yazmak istiyorum ama ne yazacağımı bilmiyorum “Gökyüzüne bakıyorum hep mai toprağa bakıyorum hep siyah öyle bir şey yazmak istiyorum ki yukarı baktığın zaman mai daima mai, aşağı baktığın zaman siyah daima siyah olsun” diyor. O günden sonra hayatını tamamen yazısına adıyor Ahmet Cemil ve bu yazıyla ilgilenirken akıp giden zamanı, kendisinin ve çevresindekilerin başına gelen kötü olayları görmüyor. Fakat yazısını da yayınlamayı asla başaramıyor… Fakat bunu her şeyini kaybettikten sonra anlıyor… Yaşadığı şeyler de o kadar basit şeyler olmadığı için mai umutlarını bir kenara bırakıp siyah karamsarlığa sarılıyor.

İKİ FARKLI GECE ARASINDA GEÇEN ÖMÜR

Kendini sorgulamaya başlıyor neden ben bu kadar hayallerimin eseri oldum neden hayatın maddiyatıyla ilgilenmedim şiir bulutuna sarılıp uçmak istedim diye soruyor kendisine ve eserini ölmüş bir çocuğun soğuk ve boş gömleği olarak görüyor. Daha kötüsü artık ondan kurtulmak istiyor. Eserini sobaya atıp yakıyor ve sonra Hüseyin Nazmi’nin güzel bir iş teklif aldığını ve gideceğini duyuyor. Madem o gidiyor bende gideceğim, fakat o umutlarına koşarken ben yaşadığım umutsuzluklardan kaçmak için buradan gideceğim, böylelikle bizim çocukluğumuzdan başlayan tezatlar silsilesi tamamlanmış olacak diyor. Yanına annesi ve yardımcıları Seher’i alarak yola çıkacak gemiye binmeden önce Hüseyin Nazmi ile karşılaşıyor. Hüseyin Nazmi bindiği Fransız vapuruyla umutlarına doğru yol alırken Ahmet Cemil kendi kalbindeki mezarla, acılarla yol alıyor. Gemide gece güvertede oturuyor siyah bir gece bu geceyi siyah inci yağmuruna benzetiyor ve Tepebaşı’ndaki o Mai geceyi hatırlıyor Baranı Elmas’ı hatırlıyor. Mai bir gece ile Siyah gece arasında geçen ömrünü hatırlıyor…

ÖZETLER...

Hayalleri olan bir genç Ahmet Cemil karakterinin genç yaşta babasını kaybetmesiyle hayallerinin yıkılışını ve beraberinde umutsuz bir aşkını ve çok zor geçen bir hayat mücadelesini okuyoruz Mai ve Siyah’ta. Batı roman tekniklerine uygun olarak yazılan ilk roman olması dolayısıyla edebiyatımızın açısından önemli bir romandır. Eserde “mai” hayalleri “siyah” gerçekleri sembolize eder. Bir dönem romanı Mai ve Siyah. Servet-i Fünun romanı bu yüzden okullar da okutulan bir kitap. Servet-i Fünun devrinin özelliklerini de içinde fazlasıyla barındırıyor. Başlarında ki süslü cümleler, ilerledikçe derinlik, gerçeklik ve akıcılığa yerini bırakıyor. Özellikle edebiyatseverlerin çok beğenerek okuyacağı bir kitap