Ülkenin damı denilen 2.000 rakımlı bu şehre çoktan kış gelmişti…

Bir genç adam paltosuna sıkıca sarılmış yöresel olarak “Bat Pazarı” olarak bilinen hafif yokuş olan caddeden dükkânlara ve seyyar satıcılara bakarak yukarı doğru yürüyerek çıkıyordu. Bu cadde ikinci el (müstahmel) her türlü malzemenin satıldığı bir yerdi…

Eski çarşıdan geçerken aniden geçen hafta kıt parası ile aldığı Martin Lings’in “Yirminci Yüzyılda Bir Veli” kitabı aklına geldi…

Martin Lings’in şu sözleri zihninin duvarlarında yankılanıyordu: "Ey insanlar! Modern dünya size insanlığınızı, erdemlerinizi kaybettirmesin. Semavî âlem içinizde, arayın bulacaksınız, kapıyı vurun, açılacaktır."

Aslında o bir dervişti…

Derviş (alperen) bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimseye denilmekteydi… Aynı zamanda derviş yoksulluğu, çilekeşliği benimsemiş; alçak gönüllü ve her şeyi hoş gören kimse anlamındadır… 

Bunları düşünürken bu eski pazarda bir farklı levha dikkatini çekti! “Nesimi Kitapevi” yazıyordu levhada…

Kitapevi

Genç adam kapıyı açarak içeri girdi… İçerde küçük bir masada oturan orta yaşı geçmiş beyefendiye “selamünaleyküm, hayırlı işler” diye selam verdi…

“Aleykümselam, hoş geldin” dedi masada oturan beyefendi…

Çok geçmeden kitapevinde yıllardır dost iki kişinin sohbetini andıran bir ortam oluşmuştu…

Bu kitapevinin sahibinin ismi Nesimi idi…

Nesimi abi/amca, sakallı, yakasız gömlekli, takkesi olan, şalvar giyen bir görüntüye sahipti… Genç adam kitapevinde satılan veya sergilenen kitaplara da bakınca Nesimi amcanın biraz önce aklından geçen tarikat geleneğinden biri olabileceğini düşündü…

Ama bu ilk karşılaşmalarında Nesimi Amca’nın o günkü ve daha sonraki konuşmalarını dinleyince ilk günkü tahmininin kısmen doğru olduğunu anladı…

O gün tanışıp uzun uzun sohbet ettiği Nesimi Amca’nın kitapevinden ayrıldı… Ama daha sonraki günler bu kitapevi sıkça ziyaret ettiği bir yer oldu…

20.yy’da yalnız bir derviş

Nesimi amca; idealleri uğruna yoksulluğu, çilekeşliği benimsemiş; alçak gönüllü ve her şeyi hoş gören kimseydi… Hayatının bir döneminde bir bilge insana bağlanmıştı. “Bir tarikata girmiş, onun yasa ve törelerine bağlı kimse” yani “derviş” olmuştu…

Bilge insandan bahsederken kendinde geçer omuzlarını cezbe hali gibi iyice vücuduna doğru kasılırdı… Ona göre bilge insan “en yüksek dereceye ulaşmış olan kimseydi.” Onu bir “Şeyh/veli” olarak görüyordu.

Biz adam değiliz ama gerçek adamları gördük” derdi…

Yüksek dereceye ulaşmış muhterem zatın vefatı sonrası yerine gelen kimsenin yüksek bir dereceye ulaşmış olmadığını düşünüyordu… Bu tür yapılarda yüce insanlar sonrası “veraset” ile yücelik iddiasını kabul etmiyordu. Bu kimseleri bir tarik kolunun başında bulunan yönetici kimseler olarak görüyor, belki  onlar “ağabeydi”. Ama yüksek dereceye ulaşmış muhterem zat değildi…

Bundan dolayı artık bu yerlere gitmiyordu… Aslında O “yalnız bir dervişti.”

İlimsiz yol

O şimşek gibi sözleri büyük bir coşkuyla ifade etmekteydi:

Sık sık “İlimsiz tarikat olmaz” diye söylerdi. İlimsizlik bu yolları (tarikatları) yozlaştırmıştı…

Yüce insanların kitaplarını doğru anlamanın önemine dikkat çekerdi. Doğru şeyleri okuyup, yanlış anlayan, konuşan ve davrananlara sitem ederdi…“Bizim kavramlarımız bilmeyenler bizim kitaplarımız okumasın” sözünü yüce insanlardan nakil ederdi…

“İnsanı insan yapan bilgisi ve bildiğini yaşamasıdır… Bizim yolumuz ‘kalden/sözden ziyade hal yoludur” diye tekrarladı…

“Yokluk ile imtihan zordur. Yok iken istikamet sahibi olmak değerlidir. Varlıkla imtihan yoklukla imtihandan daha zordur” derdi… Bu sözü yüzyılları aşan bir çağrının farklı kelimelerle ifadesiydi. Büyük mücadeleyi (iç zenginliği) kazanamayanlar dünyalık zaferlerin (makam/para vs) esiri olurlar…

Son söz: Varlıkla imtihanın yoklukla imtihandan daha zor olduğu bilmeyenler yeni bir dünya kuramaz…