Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) Kahramanmaraş İl Temsilciliği’nin düzenlediği “Gençlerin Medeniyet Tahayyülü” konulu söyleşiye konuşmacı olarak AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal ile İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ekrem Demirli katıldı. Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezi’nde Kuran’ı Kerim tilavetinin okunmasıyla başlayan programda, sahneye Şehit Ömer Halisdemir’in kardeşi Soner Halisdemir’in hediye ettiği askeri üniformayla gelen 6 yaşındaki Amine Tıraş’ın okuduğu şiir davetliler tarafından uzun süre ayakta alkışlandı. TÜGVA’nın faaliyetlerinin anlatıldığı sinevizyon gösterisinin ardından Mahir Ünal ve Ekrem Demirli sahnedeki yerlerini alarak söyleşiye başladı.

15 TEMMUZ’DA O KAFTANI GİYİP GELECEKMİŞ”

Söyleşinin moderatörlüğünü yapan AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal, ilme ve ilim adamlarına özel bir saygı gösterdiklerini söyledi. Kültür ve Turizm Bakanlığı döneminde Yavuz Sultan Selim Han’ın kaftanının restore edilmek üzere Amerika’ya götürülmeye çalışıldığını ve kendisinin de buna karşı çıktığını dile getiren Ünal, “Biz öncelikli olarak ilmin ve ilim adamının kıymetini bilerek yüceliriz. O yüzden ilme ve ilim adamına özel bir saygı göstermek gerekir. Hepimizin bildiği hikayedir biliyorsunuz. Yavuz Sultan Selim Han’ın hocası İbn-i Kemal’e gösterdiği o meşhur, tarihe kaydolmuş saygının bugün hala Yavuz Sultan Selim Han’ın sandukasının üzerinde hocasının kaftanı vardır. Çaldıran Seferi’ne giderken İbn-i Kemal’in atının ayağından Yavuz’un kaftanına çamur sıçrar, ve bir an İbn-i Kemal tedirgin olur, çünkü Yavuz Sultan Selim Han’ın celadeti çok yüksektir, bunu anlar Yavuz der ki, ‘Hocam sizim atınızın ayağından sıçrayan çamur, bizim için onurdur’ ve o çamur sıçrayan kaftanını hocasına hediye eder. Bir de vasiyette bulunur, ‘Bu kaftanı öldüğümde sandukamın üzerine örtün’ der. Peki hikaye orda biter mi? Bitmez. Bakanlığım döneminde ısrarla bu kaftanı Amerika’ya götürmek istiyorlardı. Diyorum ki, bu kaftanı Amerika’ya niye götüreceksiniz? Diyorlar ki efendim, kaftan eskidi, kumaş restatörlerine kaftanı restore ettirmemiz lazım. Ben de inat ettim dedim ki, ‘bu kaftan asla Amerika’ya gitmeyecek, burada bir bir kumaş restatörü bulun burada yaptırın. Kumaş restatörünü bulduk Amerika’ya göndermedik kaftanı, sonra Amerika’ya neden götürülmek istedikleri ortaya çıktı biliyorsunuz. O kaftan aynı zamanda hilafeti de temsil eder, çünkü o seferde biliyorsunuz Memlüklüleri gibi üç tane büyük devleti ortadan kaldırmış ve hilafeti Yavuz Sultan Selim Han İstanbul’a getirmiştir. O kaftan da aslında bir nevi hilafetin sembolüdür. Bu Pensilvanya’daki 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’ye gelirken o kaftanı giyip gelecekmiş. Bir de parantez içerisinde böyle bir hikayesi var, daha sonra ortaya çıktı” dedi.

GELENEĞİMİZDEN KOPTUK”

“Cahit Zarifoğlu’nun şiirinde dişin çeneden kopması gibi, biz geleneğimizden koptuk” diyen Ünal, sözlerine şu şekilde devam etti; “Özellikle hocamın çalışmalarını şu açıdan önemsiyorum. Biz, gerçekten son 250-300 yıldan bu güne dünyadaki değişimi, dönüşümü, anlamaya çalışıyoruz. Çünkü bu değişim ve dönüşüm bizim ihtiyaçlarımızdan, bizim taleplerimizden, bizim sorunlarımızdan ortaya çıkan bir değişim ve dönüşüm değildir. Modernleşme dediğimiz fenomenleşme bizim inşa ettiğimiz ya da bizim yaşadığımız sorunların dönüştürdüğü bir şey değil. Bize ait olmayan bir şeyle karşı karşıya kaldığımızda bu şeyi atlatmakta çok zorlandık. Dolayısıyla Cahit Zarifoğlu’nun şiirinde dişin çeneden kopması gibi, biz geleneğimizden koptuk. Biz kendi hafızamızdan koptuk. Biz kendi kavramlarımızdan koptuk. Biz kendimizi tanımlama ve anlama biçimlerinden koptuk. Savrulma hala devam ediyor ve biz bir şey konuşuyoruz diyoruz ki, medeniyet inşa edeceğiz. Bu öyle bir hale geldi ki sanki TOKİ ihalesi gibi bir ihaleye çıkacağız ve projesi yapılacak. İhaleyi birisi alacak ve bize bir medeniyet inşa edecek. Artık iş böyle garip ve tuhaf bir noktaya geldi. Bizim yeniden bir medeniyet kurmak mı desek, yoksa bizim medeniyetimizi bugün yeniden tanımlamak mı, güncellemek mi diyeceksek ki, medeniyet kavramının kendisiyle ilgili de ciddi tartışmalar vardır. Ama bildiğim bir şey var ki medeniyeti cevaplar kurmaz, sorular kurar. Çok doğru sorular sorarsınız ve bu sorulara bulduğunuz yeni cevaplardır onu kuracak olan. Yoksa biz farkında mısınız hep cevapları konuşuyoruz. Bize ait olmayan cevapları, bizim üretmediğimiz cevapları konuşuyoruz. Mesela biz insan kavramı üzerine ne kadar düşündük, insan nedir? Biz zaman zaman Ekrem hocayla konuşurken sağ olsun birçok noktada adeta bize ilham oluyor.”

DÜŞÜNCENİZ YOKSA AHLAKINIZ DA YOKTUR”

İnsanların Hz. Adem ile Hz. Havva’yı, bir medeniyet ve ahlak sistemi içerisinde doğmuş iki varlık gibi bahsettiğine dikkat çeken Ünal, düşüncenin olmadığı bir yerde ahlakın da olmayacağını vurguladı. Ünal, “Şimdi Hz. Adem ile Hz. Havva’yı konuşurken biz nasıl konuşuyoruz. Sanki, bir medeniyetin içine doğmuş verili bir ahlak sisteminin içerisinde doğmuş iki varlık gibi bahsediyoruz. Halbuki bir başlangıcı konuşmak gerek. Henüz daha insanın başka bir insanla ilişkisini ve bu ilişkinin ortaya çıkardığı sorunları ve sonuçları bilmediğimiz bir şeyi konuşmamız gerekiyor. Ama mesela Hristiyan teolojisinin yada Tevrat’ın İsrailiyyatının bize yüklediği bir anlam içerisinde onların anladığı Hz. Adem ile Hz. Havva’yı biz verimli bir ahlak sistemi içerisinde bize sunulmuş cevaplarla düşünüyoruz. Oysa bizim Hz. Adem’i, Hz. Havva’yı ve insanı tekrar düşünmemiz gerekiyor. Biz insan kelimesinin etimolojisine baktığımızda ünsiyet ve nisyan, aslında yakınlaşma ve uzaklaşma. Ya da esfeli safilin, alayi illîyin, yada ahseni takdim. Aslında insan bir yakınlaşmanın ve uzaklaşmanın, bir inişin ve çıkışın anlatıldığı bir varlığı konuşuyoruz. Eğer bizim merakımız, gayretimiz, şaşkınlığımız, kendi sorularımız yoksa insana dair sorularımız yoksa , bir düşüncemiz de yoktur. Ve bizim daha tehlikeli bir şey söyleyeyim size, eğer bir düşünceniz yoksa bir ahlakınız da yok demektir. Çünkü ahlakı inşa eden temel şey, düşüncenin kendisidir. Bugün bizim bir ahlaktan bahsedilmemiz için bir düşünceden bahsetmemiz gerekiyor. Biz Müslümanlarız, Peygamber efendimizin bize getirdiği mesaj var, Kuran-ı Kerim var, sünnet var hepsi başımızın tacı. Ama bunlar bizim bugünü anlatmak için kaynaklarımız. Bunlar bizim bugünü anlamak için ve yaşamak için kaynaklarımız. Şimdi yeni bir sınıf türedi, Peygamberi, Kuran-ı Kerim’i, sünneti yok sayan, Gazali’ye yada İbn-i Arabi’ye saldırmayı, yada bütün bu gelenek içerisindeki düşünce geleneğinin kendi işaret taşlarına saldırmayı bir maharet sayan tuhaf bir güruh türedi. Bizim bunlarla kavga etmek yerine bunların bize getirdiği geleneğe bizim bir şeyler eklememiz gerekiyor ve bunu bir kaynak olarak kullanmamız gerekiyor” ifadelerini kullandı.

BU ÜLKEDE KÖKLERİMİZLE BAĞIMIZ KOPARILDI”

Ünal daha sonra sözü İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ekrem Demirli’ye bıraktı. İnsanların Türkiye’de 70-80 senedir kökleriyle bağlarının koparıldığını dile getiren Demirli, “2016 yılında bir grup akademisyenlerle birlikte şöyle bir sorundan hareket ettik, biz aşağı yukarı 70-80 senedir bu ülkede köklerimizle bağımız kopartıldı. Cahit Zarifoğlu’nun bir ifadesi vardır, ‘Bir diş gibi koptuk çenemizden’ der. Hakikaten o çenesinden kopan diş gibi, köklerimizden kopartıldık. Büyük düşünürlerimizden, büyük kahramanlarımızdan, büyük medeniyetimizden, büyük tasavvurlarımızdan uzaklaştırıldık. Başkasını suçlamak şahsen mezhebim değildir, uzaklaştırıldık. Sonra da bunu telafi etmek için hep geçmiş hayaller gören, geçmiş rüyalar gören bir millet olarak büyük düşünürler yetiştirdik, bunlarla övünüp durduk. Fakat, ne için büyüktüler bu konuda hiçbir fikrimiz olmadı. Bizim en ciddi problemlerimizden bir tanesi bu. Diyelim ki, Gazali’den konuşurken diyoruz ki, Gazali çok büyük düşünürdür, Gazali çok iyi düşünürdür fakat ne için olduğuna dair hiçbir fikrimiz olmadı. Rivayetlere göre konuşuruz fakat ne için büyüktür diye hiçbir fikrimiz olmadı. Farabi’den, İbn-i Sina’dan konuşuruz, bunları hep büyük düşünür diye biliriz fakat ne için büyüktürler gerçekten hiçbir fikrimiz olmaz. Böyle olmayınca düşünce hayatımızı resetleyemedik. Böyle olmayınca mezardan hayata biz bunları taşıyamadık. 70 yıllık hikayemizin en büyük, en ciddi problemi budur. Bu insanları mezardan yer yüzüne taşıyamadık. Bütün işimiz, bütün meselemiz bir türbe sevincinden öteye gitmedi. Yeryüzüne yaşamak için geldiler, yer yüzünde çok güzel bir hikaye anlattılar, ondan sonra gelecek nesillerin de bu hikayeyi anlatması, devam ettirmeleri gerekiyordu. Orada büyük bir görev ihmali yaptık” şeklinde konuştu.

DÜŞÜNÜRLERİMİZİN HAYATLARINI ÖĞRETMEYİ AMAÇLADIK”

İstanbul’da hayata geçirdikleri Klasik Düşünce Okulu hakkında bilgiler de veren Demirli, “2016’da biz bir grup arkadaş dedik ki, genç nesiller sevdikleri bu insanları ne için sevdiklerine dair bir şey öğrensinler. Eğer Ebu Hanife çok değerli, çok kıymetli bir insansa hayatımızda bir karşılığı olsun. Yarın bir gün, bir hikaye yazacaksan orada Ebu Hanife’nin bir yeri olsun. İslam düşünürlerinin burada bir yeri yok. Biz bu maksatla bir kurum kurduk, kurumun sizi ilgilendirebilecek tarafı şu, kurum bütün büyük düşünürlerimizin hayatlarını tartışmayı, öğretmeyi hedefliyor. Web üzerinden Türkiye’nin her yerinden bizi takip eden insanları kendi kültürleriyle buluşturmayı amaçladık. Sonra Klasik Düşünce Okulu’nu Anadolu’ya taşımaya karar verdik. Yani Anadolu’daki üniversitelere gideceğiz iki gün, üç gün programlar yapacağız, orada bakanımız bizim üzerimizdeki ağırlığını kullandı, Kahramanmaraş’tan başlayacaksınız dedi. Bizde normalde daha kolay yerler vardı, daha yakın yerlerden başlarız diye düşünüyorduk. Yok dedi, önce Kahramanmaraş’tan başlanacak dedi. Bakanımızın emriyle bunu yapalım dedik. Yedi hoca ile buradayız, 200 öğrenci ile birlikte olacağız. Bugün çok keyif aldım Kahramanmaraş’ta olmaktan” açıklamalarında bulundu.

(Haber: Ahmet Güneçıkan/Emre Akkış)

Editör: Mahmut Beyaz