Şube Başkanı Av. Kemal Yavuz’un, yapacakları etkinliğin millî kültür ve birliğimiz açısından önemine vurgu yaptığı açış konuşmasından sonra geçilen paneli, K.Maraş Barosu Başkan yardımcısı Av. Ahmet Babaoğlu yönetti. Babaoğlu da bir oturum açış konuşması yaparak Doç.Dr. Hamza Karaoğlan (KSÜ), Dr. Murat Aras (Eczacılar Odası Bşk ve Tarih Doktoru) ile Selâmi Özaktürk (Uzman Tarihçi)’ün, konuşmlaraında bahsedecekleri saha araştırmalarından birebir haberdar olduğunu, kendisinin de bu coğrafyanın çocuğu olması hasebiyle bazı sorularının cevaplandırılması ve bazı yöreler ile kişilere yönlendirilmeleri hususunda kendilerine yardımcı olmaya çalıştığını anlattı. Bu bakımdan burada yapılacak konuşmaların, somut veriler olmaları bakımından önemine dikkat çekti. İlk olarak sözü Doç. Dr. Karaoğlan’a verdi. Karaoğlan, bütün bir Maraş bölgesinde yaptığı saha araştırmalarından özetle şunları söyledi:

Ben bu araştırmaları yaparken, Pazarcık, Elbistan ve Göksun köylerini dolaştım. “İncinsen de incinme” anlayışıyla bana kapılarını açtılar, ne sordumsa da cevap verdiler. Benim derdim, alevîlik-sünnîlik de değil, ayni coğrafyada yaşayan, ayni kültürel kodları paylaşan insanlar olarak bir kısım Cumhuriyet değerlerine, Atatürk’e, bayrağımıza, ezanımıza sahip çıkalım. Bunların etrafında bütünleşelim. Öncelikle Alevîler kimdir, inançları nedir, bayramları, kurbanları, töreleri nedir, nerden geldi, sorularını sormak lâzım. İslâmiyet’ten önce de Türkler, Tek Tanrı’ya inanırlardı. Deli Dumrul, inandığı Tanrıyı tanımlarken, “Yücelerden Yücesin, bilmem ki sen nicesin” diyor. Yani aşkın bir Tanrı ve tevhid inancı var. Biz Türkler, Müslüman olurken kitabî olmaktan çok halk sûfiliği diyebileceğimiz bir din anlayışını benimsedik. Zorlama olmadan topluca Müslüman olduk. Bu sevgi, kardeşlik, dostluk üzerine bir anlayıştı. Göçebe Türkler, kitabî dine kolay uyum sağlayamadılar herhâlde… Anadolu’ya gelince iki kardeşten biri şehre, diğeri köye veya yaylaya yerleşti, serbest yaşamaya başladılar. Eski Türk dininden kalan anlayışları yaşatmaya başladılar. Dedeler, kitaptan çok, birtakım deyişlerle inançları dile getirdiler. İncinsen de incitme, eline-diline-beline sahip ol, bu inançlardan örneklerdir. Meselâ, kurban kesme Hanefîler gibi Alevîlerde de vaciptir. Oysa Hanbelî ve Malikîlerde sünnettir. O sebeple Alevîler de Kurban bayramında olsun, başka birçok vesile ile olsun, yılda birden fazla kurban keserler. Hanefî Türkler ile Alevî kardeşlerimizin kurbana önem vermeleri, İslâm öncesi Türklerde de kurban âdetinin yaygın olmasındandır. Diğer bir husus, alevî-sunnî biz Türkler, eski Türklerde olduğu gibi kadınlarımızı eşdeğerde görürüz; Anadolu’ya geldiğimizde kadın zâviyeler bile kurulmuştur. Hanımlara değer verme, Alevîlerde daha fazladır. İbadetlere beraber katılırlar. Keşke Cuma namazında kadınlarımız, kendilerine ayrılan bölümlerde Cuma hutbesini de birlikte dinleseler.

Eski Türklerde ve İslâm’da ateş temizleyicidir. Nitekim insanlar, âhirette yanarak temizlendikten sonra ancak cennete girebilirler. Kezâ ocağımız da kutsaldır ve alaslama/alazlama denen bir eski âdet var: Değneğin ucuna bağlanan çaput yakılıp ev ev dolaştırılarak ateşle evlerin arındırıldığına inanılır. Dolayısıyla Anadolu’da ateş, Zerdüştlükte olduğu gibi, tapınılan değil, günah ve kötülüklerden arındıran kutsal bir şeydir. Yine bazı tarikatlarda şeyhlerin olduğu gibi, alevî dedelerinin de ateşle ilgili kerametleri vardır. Ateşe veya kaynayan suya ellerini sokarlar, ama yanmazlar. Bu motifler de İslâm öncesi inançların Anadolu’ya getirilmiş örnekleridir. Eski Türk inancındaki “Kamlar” da benzer kerametleri gösterirlerdi. Bir diğer benzerlik, eski Türklerde “kamlık” gibi, Alevîlerde de “dedelik” babadan oğla geçer. Suyun kutsallığı da sünnî-alevî demeden Anadolu’ya geçmiştir. Çünkü inanç olarak su, Tanrı’nın yüzünü gören şeydir. “Su gibi aziz ol” deriz. Suya bevletmek günah sayılır. Biz, taşları, kayaları da Anadolu’ya, hatta Maraş’a getirdik. Ali kayası, Ali dağı gibi… Maraş’ta taşların kutsallığına somut örnek; efsaneye göre eski Türklerde biri birine sürtünce yağmur yağdığına inanılan Yada taşı, Maraş’a da getirilmiştir. Meselâ, Osmandede’den alınan taş, Aksu’da bağlandığında (sonra bu, köprü ayağına bağlanma şekline bürünür), yağmur yağacağına inanılır. Nihayet Maraş’ta bir de dedeler var; ziyaret yerlerinin adı “dede” ile anılır: Derdimend dede, Osman dede, Hayrettin dede, Çomak dede, Hebil dede… Bunlar, alevî dedeleri olsa gerek. Biz sunîleşirken onların adları bâkî kalmış.

Bütün bunların, Alevîlere olan saygımızın, sevgi ve kardeşliğimizi arka planında bir husus var: Biz Türkler İslâmiyet’i, Ehlibeyt’e zulüm yapıldığı dönemlerde kabul ettik ve o mazlumlara çok üzüldük. Çünkü başında Hz. Hüseyin’in bulunduğu yetmiş kişiye beş bin kişi saldırıyordu. Hz. Hüseyin, kendine saldıranlara karşı, “ Siz beni nasıl öldüreceksiniz; ben Hz. Muhammed’in torunu değil miyim? O beni kucağına alıp öpmedi mi, koklamadı mı?” dediği hâlde, onu vahşice şehit ettiler.

Doç. Karaoğlan sözlerini şöyle bağladı: Sonuç olarak şu bir gerçek: Alevîsi-Sünnîsi bir ve kardeşiz, kaderimiz birdir, Alevî kardeşlerimize sahip çıkalım. Onların şu üç kesimin etkisine açık bırakılmaması gerekir: Hıristiyan misyonerler, İranlı dâiler (yani Şii misyonerler) ile bölücü ve yıkıcı örgütler…

Panel yöneticisi Ahmet Babaoğlu ikinci olarak sözü, Dr. Murat Aras’a verdi. Dr. Aras, bütün bir Türk Tarihini temel alarak, özelinde Pazarcık Türkmen Alevîlerini ele almış bir araştırmacı olması hasebiyle, altı yıllık emek mahsulünde bazı kesitleri şöyle özetledi:

Bugün bu salonda gördüğümüz tablo aslında şehrimiz açısından geç kalan, ama olması gereken bir tablo. Birçok Alevi canlarla beraber Sünni kardeşlerimizi bu panel doğrultusunda birlikte görmekten çok mutluyum. Doktora tezi olarak başladığım ve yedi küsur sayfa hâlinde Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlanan Alevilik araştırmaları birçok önyargıyı silmek adına bence çok faydalı bir çalışma oldu. Hz. Ali Efendimizin buyurduğu gibi, “kişi bilmediğinin düşmanıdır.” Bu önyargılarımızın bizleri ne kadar yanlış yerlere götürdüğünü zaman içerisinde yaşadıklarımızla çok acı şekilde öğrendik. Önemli olan bundan sonraki süreçte bu tür araştırma ve toplantılarla birbirimizi daha çok anlamaya çalışmaktır. Alevilik deyince neyi anlamamız gerektiği aslında pek açık değildir. Çünkü Anadolu Aleviliği dediğimiz inancın İran Şiiliğiyle ya da Arap Aleviliği dediğimiz Nusayrilikle Hz. Ali ve Ehli Beyt sevgisi dışında hiçbir benzerliği yoktur. Hatta Şiiler, Alevi Safevîleri şiddetle eleştirmişler “Al Şia’yı Kara Şia yapmak”la suçlamışlardır. Bu yüzden Anadolu’da hâlâ yaşatılmaya çalışan geleneksel Alevîlik, şahsen benim tanımlamama göre “Türk’ün at üstündeki dini serüvenidir” .

Bu sadece Alevilik için de geçerli değil, çünkü Türklerin Sünni kolunu temsil eden İmam Azam Ebu Hanife ve Maturidî anlayışı da diğer milletlerin Sünni itikatlarıyla büyük anlayış farklarına sahiptir. Hatta İmamı Azam Ebu Hanife, bazı Şâfi ve Eşarîler tarafından din dışı olarak bile görülmüştür. Oysa dinde akla ve bilime büyük önem veren Hanefîlik ve Maturidîlik, insana din tebliğ edilmese dahi, kâinata bakarak, aklını kullanarak, insanoğlunun Yaradan’ın varlığını kabul etmesi gerektiğini söylenmiştir. Ayrıca Maturidîlikte bilgiye çok önem verilmiştir. Dini taassubu önlemek açısından İmam Maturidî, muazzam içtihatlar vermiştir. Örneğin Maturidîliğe göre ibadet, imandan bir “cüz”, yani ondan bir kısım değildir. Yani bir kişi Allah’a ve peygambere inandığını kalben tasdik ve dil ile ikrar ederse, hiç ibadet etmese bile dinden çıkmaz, sadece günahkâr olur ve onun cezasını sadece Allah verebilir. Bu yüzden Türk dünyasında egemen olan Sünni anlayış, belki en hoşgörü iklimi olan Anadolu İnanç coğrafyasını oluşturmuş ve tüm inançlar binlerce yıl kardeş gibi beraber yaşamışlardır. Bu durum ünlü Endülüs filozof-sûfisi Muhiddin Arabî’yi bile şaşırtmış, hatta Türklerin diğer inançlara bu kadar müsamaha göstermesini dönemin sultanına şikâyet etmiştir.

Bizim saha araştırmamızın diğer bir sebebi ise, bilhassa milli birliğimizi tarih boyu hedef alan yabancı ajan ve askeri uzmanların, kritik savaşlar öncesi büyük bir strateji eseri olarak başlattığı Kürtçülük akımları ve buradan yola çıkarak Alevilere olan ilgileridir. Biz bu konuları araştırmadan önce bu adamlar, 1950’li yıllara kadar ve sonrasında 750’yi aşkın kitap yayımlayarak, Anadolu coğrafyasında bin-bir çeşit insanın yaşadığı bir mozaik tanımlamasını oluşturmuşlar, sanki Kürtlerle bütün milletlerin akraba ve ilişkili olabileceği, onların sadece Türklerle akraba olamayacağı savını beyinlere yerleştirmişlerdir. Bu artık öyle bir mutlak kabul olmuştur ki, Zaza araştırmacı Cemal Şener ‘e göre 60 yaş üstü bütün Zazalar kendilerini tamamen Türk kökenli sayarak Türkistan’dan geldiğini söylese de, 40 yaş altında bu dezenformasyona maruz kalan nüfus kesinlikle aksini düşünmekte, Türk’ten gayrı her şey olabileceğini söylemektedir. Bugün yine aynı odaklar bilhassa Avrupa’da Aleviliği İslam dışı gösterme ve Türk kimliğinden uzaklaştırma çabası içindedirler. Hatta bunun meyveleri bugünlerde görülmekte, Almanya’da yaşayan bir Alevi, bir Alman Hıristiyanı kendine Sünni bir Türk’ten daha yakın bulduğunu söylemektedir. Peki, aslında bu böyle midir, biraz kendi bölgemiz özelinde bakmak gerekmektedir.

Türkler Maraş’a ilkin 1084-85 yılında, Emir Buldacı komutasında, hem de o kadar yoğun şekilde gelmişler ki, buraya o dönem vilâyet-i Türkman ismi verilmiştir. Bu tarihten itibaren Maraş, Selçuklu ve Osmanlı tarihinde çok önemli bir yer tutmuştur. Hacı Bektaş-ı Velî’nin Maraş bölgesinde görülmesi, kardeşi Menteş’in Babaîler İsyanında ölmesi, bu bölgeye ayrı bir önem kazandırmaktadır. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad, bir Alevî Ocağı mürşidi olan Dede Garkın’a Maraş bölgesinde 17 köyü vakıf olarak vermiştir. Dede Garkın’ın halifeleri Baba İlyas, Baba İshak bu bölgede doğmuşlar, ayrıca halifeleri olan Şeyh Osman, Pazarcık’a ismini veren Bağdın Hacı, Hacı Mihman bu bölgelere gönderilmiştir. Türkmenlerin çok sevdiği Alaeddin Keykubad’ın şüpheli ölümünden sonra yerine geçen II.Gıyaseddin Keykubad’ın içki ve zevki sefaya düşkünlüğü bahanesiyle bu bölgeden başlayan Babaîler İsyanı, Selçukluların sonunu hazırlayan faktörlerden biridir. İsyanının lideri Baba İlyas’ın manevi gücüne olan inançtan dolayı on katı büyüklükteki Selçuklu ordusu saldırıya geçememiş, isyanı bastırmak için Frenk-Haçlı şövalyeleri kullanılmıştır. Yine Elbistan bölgesinde bugünkü Tahtacıların ataları sayılan Ağaçeriler’i görmekteyiz. Ermenilere yaptıkları kuvvetli akınlardan sonra Selçuklu’nun takibine girmişler, ancak Moğol ordusu gelince bu takibe son verilmiştir. Sonunda Ağaçeriler, Moğollara karşı Selçuklu ile beraber savaşmışladır.

15.yy’a gelindiğinde, Maraş bölgesi için en efsanevî şahsiyetlerden biri olan Şah İsmail 1487’de dünyaya gelmiştir. Doğumundan ölümüne kadar en yakınında hep Dulkadirli Türkmenleri olmuştur. Altı yaşına geldiğinde zindanlara atılmış dört yıl zindanda kalmış, daha sonra ise Erdebil’in Rum Mahallesinden Dulkadirli Ebe Hatun’a emanet edilmiş, kendi öz annesine bile yeri söylenmemiştir. Şah İsmail’in Erzincan’da toplanan yedi bin kişilik ilk silahlı gücünün beş bininin Maraşlı olduğu düşünüldüğünde, verilen desteğin önemi anlaşılır. Ayrıca 20’ye yakın Dulkadirli beyi, Şah İsmail’in Alevi Devletinde en üst düzey görev almıştır. İşin ilginç tarafı, Maraş’ın İstilası sırasında yine bir Dulkadirli Dede Bey, Safevi ordusuna komutanlık yapmıştır.

1514’de yapılan Çaldıran Savaşı’nda dini gerekçeler bahane olarak kullanılsa da asıl mesele iki Türk Hakanın hâkimiyet mücadelesidir. Bu mücadeleler sırasında, altı hakanının yer aldığı dört Türk devleti, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Dulkadirli ve Memlükler tarih sahnesinden silinmiştir. Çaldıran’da modern silah gücü mistik bir lidere kesin galibiyet almış, birçok ünlü Türkmen beyi savaş meydanında ölmüştür. Bilhassa Dulkadirlilerin bitişinden sonra bölge Celali İsyanları denen birçok İsyana yine ev sahipliği yapmıştır. Bu isyanlarda da dini motif bulunsa bile tamamen siyasi gerekçelerle oluşan isyanlardır. Aslında Türklerde bütün savaşların iki sebebinden birisi hâkimiyet iddiası, diğeri ekonomidir.

Bugün Kahramanmaraş Alevilerinde görülen birçok kültürel birikimin binlerce yıllık mazisi bulunmaktadır. Sünni-Alevi ayrımı olmaksızın yaşayan uygulamamalardan bahsetmek gerekirse, yağmur duası için çomca gelin âdeti, kurşun döktürme, göz ve nazar için üzerlik tütsüsü, kurt ağzı bağlama, al inancı, ölüm törenlerinde yüzlerin yırtılarak ağlanması, en eski Türk töresi örnekleridir. Anadolu Aleviliği bu anlamda, Türk kültürünün kaybolmaya yüz tutmuş birçok kültürel mirasını günümüze kadar canlı şekilde taşımış ve yaşamasını sağlamıştır.

Oturum başkan Av. Babaoğlu’nun üçüncü konuşmacı olarak söz verdiği - bir kamu kurumunda çalışmakta olan - Uzm.Tarihçi Selâmi Özaktürk ise kendisinin, bölgenin bir parçası olan Göksun alevîleri üzerinde saha araştırması, özelinde yüksek lisans tezi yaptığını ifade etti ve bu gibi panellerin alevî-sunnî yurttaşlarımız arasında sosyal barışa katkı yapacağınısöyledi. Göksun alevîlerinin buraya dışarıdan, yani başka illerden iki kol hâlinde gelip yerleştiğini, özellikle Koçgiri ve Sinemilli aşiretlerinin bir köyde birlikte bulunduklarını, Koçgiri’nin çoğunlukta ve Sivas kökenli olup 1865’lerde yerleştiklerini anlattı (aşırı heyecanı dolayısıyla konuşamayınca, hazırladığı metinden program sonrası çıkarılan özet aşağıdadır):

Göksun ilçesi merkezi dâhil olmak üzere toplam otuz yedi köy ve mezrasında araştırma yaptım.Köylerimizin geneli Koçgiri olup Şadili, Sinemili, Çöğreşanlı, Kureyşanlı, Hörmekli, Cihanbeyli (Cihanbek), Abdalan, Ceranlı, Derviş Cemalli, Heyh (Şık) Hasanlı Aşiretlerinden oluşmaktadır. Kökenlerini sorduğumuzda sanki ağız birliği etmişçesine HORASAN’dan geldiklerini söylemektedirler. (Çalışma sürecimde Göksun Alevi Kültür Derneği ile Göynük Köyü Yardımlaşma-Dayanışma Derneği ve toplam 25 kişiden destek gördüm.)

On beşinci asrın sonları ile on altıncı asrın başlarında Köy Bektaşiliği (Alevilik) ve Şehir Bektaşiliği (Bektaşilik) olarak ikiye ayrılan Kızılbaşlık için Hacı Bektaş-ı Veli'nin önemi açıktır. Onun da diğer örnekleriyle birlikte, yani Ahi Evren, Mevlana Celâleddin ve Yunus Emre gibi aynı kaynaktan beslenen bir Türkmen sûfisi olduğu bilinmektedir. İslam'ın kitabı olan Kur'an'a ne denli bağlı olduğunu görmek için kendi eseri olan Makalat'a göz atmak yeterli olacaktır. İmanın altı şartı onda da ayniyle mevcut. Fakat onda iman, ten ya da can değil, dil ve kalp üzeredir. Gönülden tanıklık yapmayan kâfir, diliyle tanıklık yapıp kalbiyle inanmayan münafık sayılır. Alevilerin temel kaynağı olan Buyruk'ta da Allah'ın birliği anlamına gelen tevhidle ilgili bilgiler verilmektedir. Allah-Muhammed-Ali üçlüsü ve Hz. Muhammed ve Hz. Ali'nin nur birliği konusu on altıncı yüzyıldan itibaren Alevi-Bektaşi edebiyatına girmiştir. Bunun asla Hıristiyan teslis inancına benzetilemeyeceği; aksine ekseriyetle tasavvuf geleneğindeki "nübüvvet-velayet" konusuyla ilgili bir mesele olduğu ifade edilmiştir. Allah inancı Alevilikte oldukça merkezi bir konuma sahiptir ve Menakıbnâmeler O'na hamd ile başlar, bütün gülbanklar O'na yapılan dualarla doludur. Alevilikteki Allah inancı da tasavvufi unsurlar taşımaktadır. Hz. Muhammed ile ilgili olarak da, Allah'ın onu kendi nurundan yarattığı ve Hz. Ali'nin onunla birlikte ilahi nurun tecellisine mazhar olduğuna inanılır. Alevilik’te Hz. Muhammed ile Hz. Ali'nin özdeşleştirildi­ğine dair inançları görmek mümkün. Dışı nübüvveti, içi de velayeti temsil eder.

Özaktürk’ten verilmesi gereken bir de Göksun Alevîlerindeki inançlar konusudur. Özetle bunlar: En başta Allah inancı, tamı tamına Kur’an’ın öngördüğü sıfatlar çerçevesindedir. Kader anlayışında, yine itikat imamı Maturidî ekseninde gözükürler. (Cüz’î irade bakımından, “insan neye karar vermişse, Tanrı da onun kararına göre yaratmaktadır. Ve onu mesul eden de bu tercihi ve kararıdır.”) Âhiret inancında da bir farklılık gözükmez. Bunlara ek olarak, Türklerin İslâm öncesi inançlarını bünyesinde taşıyan hayvanlarla ve sayılarla ilgili inançlar mevcuttur. (Baykuşun uğursuzluğu, karayılanın uğru, turnanın kutsallığı; üçler, yediler, yedi ulular, nihayet ilimizde de bulunan Yedi Uyurlar vb.) Diğer tarikatlarda hakikat kapısı yok iken Alevilikte, Yesevilikte olduğu gibi hakikat kapısı da vardır. Manevi otoriteyi Dede temsil eder ve Dede, Alevi-kızılbaş köylerinde cemaatin dini önderidir. Mürşidlik, mürebbilik, pirlik, yerine göre yargıçlık onun işidir. Onlar için “Mürşidin nefesi, hak nefesidir. Dar, cem ibadetlerinde dedenin karşısında duruş şeklidir. Bir nevi saygısını sunma biçimidir. Düşkünlük, musahiplik gibi kurumsallık kazanmış ahlâk temelli yapılar mevcuttur. Anadolu Aleviliği içerisinde "eline-diline-beline sahip olmak" ifadesi çok yaygındır ve bu ifade de, ahlâki bir nitelik arz eder.

Konuşmalar sonunda, soru-cevap faslına geçildi ve dinleyicilerin sorduğu sorular, konuşmacılar tarafından tek tek cevaplandırıldı. Böylece yıllardan beri yapılması özlenen çok önemli bir konudaki toplantı; K.Maraş Vâli Yardımcısı Fatih Damatlar, Eski Milletvekillerimizden Mehmet Parlakyiğit, C.H.P. Eski İl Başkanı Av. Mehmet Engizek ile C.H.P. Belediye Başkan Adaylarından Alâaddin Çiftaslan, İYİ Parti İl Başkanı Av. Ahmet Çabukel ile İYİ Parti İl Kurucusu ve M.V. Adayı Dr. Faruk Atlı, Girişimci Kadınlar Derneği Başkanı Kibar Özdemir, KÜSEV Başkanı ve ALKIŞ dergisi yöneticisi Dr. Oğuz Paköz, K. Maraş Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Abdülhakî Eren ile topluluğu ağırlayan ev sahibi olarak K.Maraş Barosu Başkanı M. Burak Gül’ün, birçok sivil toplum örgütü mensuplarının da katıldığı Panel, Başkan Av. Ahmet Babaoğlu’nun teşekkürleriyle sona erdi.

Editör: Mahmut Beyaz