Dr. Süleyman Aydın sözlerine, önce inanca felsefî bakışın ne demek olduğunu açıklayarak başladı: “İnanca felsefi bakış, en başta ‘inanma’ ya da ‘inanmama’ tutumunu benimsemeden, inancın kendisine yönelik tümüyle akla dayalı, yansız bir zihinsel yaklaşım şeklidir (aslında felsefe, bütün konulara böyle bakar). İnsan denen varlık, madde ve mâna, ten ve can, akıl ve duygu gibi ikili unsurlardan oluşan bir varlıktır. Doğanın bir parçası olan insan maddesel veya tensel olması bakımından doğaya benzer. İnsan bedeni doğada hacmi ve kütlesi olan diğer nesneler gibi doğrudan bilimin nesnesidir.

Bununla birlikte mâna, can, ruh, benlik, akıl ve duygu gibi maddesel-olmayan unsurlar doğrudan bilimin nesnesi olamadıkları halde, insan olmanın kopmaz parçasıdırlar. Ve bunlar arasından yalnızca “akıl” denen yeti tüm insanlarda ortak olarak “yansız çalışabilme vasfına” sahiptir. Yani, kültürel ve coğrafi koşullar, insan aklının çalışma biçimini hatırı sayılır miktarda belirlemez. Örneğin, akıl sağlığı yerinde olan hiçbir insan dışarıda güneşli bir hava varken havanın yağmurlu olduğunu öne sürmez. Bu anlamda insan aklı, nesnel veya dışsal kanıta eşit ölçüde duyarlıdır ve kanıtın götürdüğü istikamette ilerler. Bu anlamda akıl, makul olana dirençli değildir; yani akıl, akla yatkın olanı sever. Fakat akıl her zaman şaşmaz ve yanılmaz bir biçimde yansız çalışma vasfını muhafaza edemez.

Öznel duygular, dinsel inançlar, ümitler, beklentiler ve çıkar hesapları, yani insanın doğrudan bilimlerin nesnesi olamayan soyut yanları, aklın çalışma sistemi üzerinde sistematik bir baskı oluşturarak insan aklının çarpık çalışmasına, kimi zaman da tamamen ters yönde ilerlemesine neden olur. Güneşli bir havada, havanın yağışlı olduğuna inandığını söyleyen herkese, bir miktar nakit para verildiğini düşünelim. Böyle bir durumda insanların çoğunun havanın aslında yağışlı olmaya daha yakın olduğunu veya tamamen yağışlı olduğunu söylediklerine tanık olabiliriz. Hatta verilen ödül miktarına bağlı olarak, gerçekten havanın yağışlı olduğuna samimi olarak inandığını söyleyen insanların sayısının artmaya başladığına da tanık olabiliriz. Öte yandan ödül miktarı ne kadar büyük olursa olsun, ısrarla havanın güneşli olduğunu dillendirmeye devam eden birilerinin var olduğuna tanık olacağımızdan da kuşku duyulamaz. Hiçbir maddesel ödül, bu insanların gerçeğe bağlılıklarını etkileyemeyecek ve onların gerçek inançlarını değiştirme gücünde olmayacaktır. İdeal anlamda felsefi bakış, tam da bu şekilde gerçeğin kendisine takıntılı, yani bağlı olma halidir. Dolayısıyla inançlara yön verme hakkına sahip olan tek şey, gerçeğin kendisi olmalıdır; inanma biçiminin doğurduğu ya da doğurabileceği yararlı birtakım sonuçlar olamaz, olmamalıdır. Fakat özellikle Amerikan pragmatizminin son yüzyılda felsefe yapmanın doğasını değiştirdiğini ve hakikat-perverlik (gerçeğe bağlı olma) idealini tümüyle yok etmek üzere olduğunu söylememiz gerekir. Bu pragmatik anlayış, hukuk alanında “uluslararası hukuk yoktur [yalnızca teoride vardır], uluslararası güç vardır” ifadesinde somutluk kazanmıştır.”

ODAKLANAN GERÇEK” Mİ “ÜRETİLEN GERÇEK” Mİ?

Konuşmacı Aydın, İdeal olan, başka deyimle bir konuya objektif olan bakışın ne demek olduğunu böyle açıkladıktan sonra, çağımızda Amerikan pragmatik felsefesinin ya da daha önceki bazı sistemlerin olumsuz etkilerine de şöyle temas etti: “Felsefe alanında “gerçeğe-odaklı olma” ideali, pragmatik felsefenin etkisiyle birlikte yerini “gerçek-üretme” idealine bırakmış durumdadır. “Gerçek-üretme”yi, bilimsel ve teknolojik gelişmişlik düzeyiyle koşut olarak, kitle iletişim araçları ve medya desteğiyle “güçlülerin zayıflara yazgı tayin etmesi” şeklinde betimleyebiliriz. (Nitekim Amerikan pragmatizmi, bizim gibi üçüncü dünya ülkeleri için yıllardan beri “gerçek-üretme”ye devam ediyor. “Siyasî” veya “dini gerçeğimizin” ne olacağına onlar karar veriyorlar.) Fakat Amerikan pragmatizminden bağımsız olarak felsefe tarihi boyunca tüm düşünürlerin ya “gerçeğin kendisine takıntılı olma-bağlanma” yahut da gerçeği bir yana bırakıp “yararlı sonuçları vurgulama” şeklinde iki ana güdüyle hareket ettiklerini görmekteyiz. Özellikle gerçeğin ne olduğunu tespit etmenin imkânsız olduğu metafizik konulara ilişkin felsefi tartışmalarda yararlı sonuçlara odaklanmanın yaygın bir eğilim olduğunu görmekteyiz.”

Dr. Aydın, sözlerini pratik hayattan örneklerle şöyle devam ettirdi: “Felsefi görüş açısının neden “kalıcı ve sabit bir zihinsel durum” olmadığını açıkladıktan sonra, şimdi pratik hayatla ilgisini biraz daha yakından irdeleyelim. Felsefi bakış açısı, hem pratik hayatla ilgili olarak hem de fizik ötesi/metafizik âlemle ilgili olarak tamamen işlevsel, yani fonksiyonel (iş başında olan) bir zihin durumudur. Dolayısıyla bir insan, gerek pratik hayatla ilgili bir sorunu, gerekse fizik ötesi âlemle ilgili bir konuyu kendi öznel duygu, inanç ve siyasi görüş gibi kostümlerini bir kenara bırakarak, hatta tümüyle yansız akıl temelinde incelemek isteyebilir. Pratik hayat söz konusu olduğunda felsefi bakış açısını yöneten, şekillendiren ve en sonunda bir yargıya ulaştıran veriler ve kanıtlar, hem duyusal hem de akılsal veriler ve kanıtlardır. Bu noktada “duyusal” olanla “duygusal” olanın farkını vurgulamamız gerekir. Felsefi görüş açısı, duygusal olanı, yani kişisel ve öznel olanı içinde barındırmama idealini benimseyen bir yaklaşımdır. Dolayısıyla bir zihinsel tutumun felsefi olabilmesi için kişisel duygulardan bağımsız çalışan bir akla dayanıyor olması gerekir. Öte yandan duyusal veriler veya kanıtlar, duyu organlarının temin edip aklın hizmetine sunduğu şeylerdir. Yansız akla dayalı felsefi bakış, pratik hayat söz konusu olduğunda duyu organlarının temin ettiği “duyusal verileri” hesaba katmak zorundadır. Örneğin bir siyasi liderin iyi bir insan olup olmadığına karar verirken, onun duyu organlarınızla tanık olduğunuz tutum ve davranışlarına bakarsınız, duyulardan bağımsız aklınızla karar vermezsiniz. Yani, prensipte öyle olması gerekir. Fakat gerçek durum, bunun tam tersi istikamette olabilir. Bunun nedeninin, insan oğlunun genellikle çıkar ve beklentilerine hitap eden duygusal veri ve kanıtlara dayalı olarak eylemde bulunan bir varlık olduğu gerçeğiyle ilgili olduğunu vurgulamıştık.”

FELSEFÎ BAKIŞIN DİNİN TEMEL KAVRAM VE METİNLERİNE YAKLAŞIMI

Konuşmacı Aydın, sözü felsefî bakış açısının dinî metin ve temel kavramlar ile ahlâk konusunda nasıl işleyeceğine getirdi: “Duygusal” veriler, yalnızca öznel ve kişisel duyguları değil aynı zamanda dinsel, kültürel ve siyasal beklentileri de içine alan verilerdir. Bunları “duygusal veriler” kategorisine koymamızın nedeni, bir tarihsel geçmişlerinin olması, tarihin yükünü sırtlarında taşıyor olmaları ve dolayısıyla felsefi bakış açısıyla yeniden değerlendirmeye, tekrar tekrar incelenmeye açık veriler olmalarındandır. Örneğin, dini metinler, tarihin farklı dönemlerinde, farklı din adamları ve siyasal rejimler tarafından farklı yorumlanmış ve bu yüzden farklı dini uygulamalar icra edilmiş ve bundan sonra da icra edilmeye devam edecektir. Teoride kutsal metinler “değişmez ve sabit”tir dense de farklı dini uygulamalar, farklı yorumlama biçimlerinin tezahürü olma kaderinden kurtulamamışlardır.

Yalnızca yararlı sonuçları önemseyen çıkar-odaklı pragmatik yaklaşım, gerekli ve önemli gördüğü zaman gerçeği göz ardı etme, küçümseme; onunla yüzleşmek yerine alternatif gerçek üretmeyi tercih eder. Fakat gerçeğin, er ya da geç, kendini, kendinden kaçanlara dayatma gibi bir huyu vardır. Felsefi bakış, bu yüzden, yalnızca gerçeğe-odaklı olan, yalnızca gerçeğin ne olduğuyla ve ne olması gerektiğiyle ilgilenen bir tutumdur. Bu anlamda felsefe, olandan olması gerekeni çıkaran değil, ısrarla olması gerekeni tartışan ve tespit etmeye çalışan ahlaki bir reaksiyondur.

Ahlakın dayanağının ne olması gerektiği her zaman felsefi bir muammadır. Bugün Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi, NATO, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İş birliği Topluluğu (AGİT) gibi birçok topluluğun benimsemiş olduğu ahlâki standartlar, herhangi bir dinin ahlaki öğretilerine değil, yalnızca “evrensel akla” dayanma iddiasındadır. Kuşkusuz, bu topluluklarda teoride ahlaki standartların yansız insan aklına dayanıyor olması gerçeği, pratikte veya uygulamada bu toplulukların kendi belirlemiş oldukları ahlaksal standartlara tümüyle uydukları anlamına gelmez.

Gerçekte olan durum nedir peki? Standartlara uymayı, kendi çıkarlarına daha uygun gördüklerinde söz konusu standartlara uygun davrandıkları doğrudur. Fakat ahlaki standartlara uygun davranmak kendi çıkarlarına uygun görünmediğinde, o standartları derhal göz ardı ederek başka türlü davranma eğilimine girerler (AGİT’te üç yıl görev yapmış birisi olarak bunu söylüyorum). Gerçeğe odaklı olmanın, nihai anlamda dünyamız için en büyük yarar olduğu gerçeğini görmezden gelirler.”

Dr. Süleyman Aydın, hemen bütün dinlerde ortak olan “Tanrı kavramı”na nasıl yaklaşmak gerektiğine ise şu değerlendirmeleri yaptı:

TANRI’NIN VARLIĞI” MESELESİNE FELSEFÎ BAKIŞ

Şimdi felsefi bakışın, fizik ötesi/metafizik âlemle veya dini inançla ilgili olarak ne şekilde iş başında olduğuna bakalım. Dini inancın kilit kavramı hiç kuşkusuz “Tanrı” kavramıdır ve buna felsefede “aşkın gerçeklik” denir. Fakat Tanrı, metafizik bir varlıktır. Yani duyusal değildir, duyu organlarının sağladığı verilerle kavranabilecek türden bir varlık, yani “geçeklik” değildir. Aslında akılla da kavranabilecek bir varlık değildir. Tanrı söz konusu olduğunda dış dünya ve duyularımız tümüyle sessizdir. Tanrı’ya inanmanın vaki olabilmesi için akıl ve “duyguların” iş birliği yapması gerekir, akıl ve “duyuların” değil!

Bununla birlikte felsefe tarihi Tanrı’nın varlığını ispatlamaya veya çürütmeye çalışan akli/rasyonel delillerle doludur. Bunların bir işe yaradığını düşünmek mümkün değildir. Tanrı konusunda belki hiç tartışılmaması gereken şey, onun var olup olmadığı sorunu olmalıdır. Çünkü Tanrı’nın varlığı ya da yokluğuna ilişkin tartışmaların herhangi bir sonuç doğurmayacağı en baştan bellidir. (Bu tartışmaların, sadece inançlının imanını, ateistin de inançsızlığını pekiştirdiğini söylemek mümkün; fakat kimse bunlara bakarak imanlı ya da ateist olmuyor.) Aslında dini anlamda düşünecek olursak Tanrı, zamandan ve mekândan münezzeh bir varlıktır. Oysa bilim, bir nesnenin varlığını, onun uzay ve zamanda yer işgal etmesi olarak izah eder. Dolayısıyla Tanrı, bilimsel terimler içinde varlığını konuşabileceğimiz bir varlık değildir. (Bu noktadan bakınca felsefe sanki bizi bir çıkmaza sokuyor gibi gelebilir.) Fakat Tanrı’nın, uzayın ve zamanın yaratıcısı olarak kendini, kendi yarattığı uzay-zaman boyutunun içine koyduğunu düşünmek zaten biraz tuhaf değil mi? (Bu noktadan da bakınca, felsefe bizi bir çıkmazdan kurtarıyor sayılabilir. Çünkü Tanrı, kendi yarattığı uzay ve mekân sınırlarına kendisini neden hapsetsin?) Tanrı’nın varlığı söz konusu olduğunda “Tanrı vardır” önermesinin yüklemi olan “vardır” yüklemine, “İnsanlar vardır” ifadesindeki “vardır” yüklemine verdiğimiz anlamdan farklı bir anlam vermek zorundayız. Tanrı’nın varlığı konusundaki duygularımızı (tarih, kültür, din) şekillendiren, akıldan başka bize kaynaklık edecek bir temel söz konusu değildir. Bu yüzden de Kelâm ilminin (doğal teoloji) akli kanıtlar yoluyla Tanrı’nın varlığının veya başka dini inançların rasyonelliğini ispatlama çabası dil oyunundan başka bir şey değildir, bu açıdan…

İslam dünyasında Tanrı’nın varlığına ilişkin tartışmalar, genellikle dini metinlere başvuruyla, yani dini inancın içinde yapıldığı için bu konuda yansız aklın ürünü tartışmalar yok denecek kadar azdır. Kuşkusuz, Müslümanların dini kaynaklara başvuruyla Tanrı’ya inançlarının ne kadar sağlam ve gerekçeli olduğunu ispatlamaları, felsefi anlamda inanmaya çalışan birinin çok fazla işine yaramayacaktır.

O hâlde,Tanrıyla ilgili en iyi tartışma biçiminin, Tanrı inancının önem ve anlamını vurgulayan bir tartışma biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Tanrıyla ilgili tartışmalar, O’nun varlığına inanma ya da inanmama üzerine yoğunlaştıkça, Tanrı’ya inanıyor olma tek başına o kadar büyük bir önem kazanıyor ki “Tanrı’ya nasıl inanmak gerektiği” sorusu tamamen unutuluyor ve nasıl olursa olsun inanmanın kendisi yüceltilmiş oluyor. İslam dünyasının en büyük sıkıntısı da bu noktada başlamış oluyor. İnsanlar Allah’a inanıyorlar, fakat bizzat İslam’ın vahdaniyet anlayışına ters bir şekilde, Allah’tan başkasını dilde ve eylemde yüceltmeye (tarihte kralları, çağımızda lider kişilikleri kutsamaya) devam ediyorlar. Böylece meselenin, yalnızca Allah’a inanmaktan ibaret olmadığını, asıl önemli olanın “Allah’a doğru biçimde inanmak” olduğu gerçeğini, göz ardı ediyorlar.

İslami terimler içinde düşünecek olursak gerçek Allah inancı, O’ndan başka hiçbir güce tapınmamayı, yalnızca ondan yardım ve medet ummayı, yalnızca O’na güvenerek ve tevekkül ederek eylemde bulunmayı, hiçbir gücü O’na sokulmak ya da yaklaşmak için bir vasıta olarak görmemeyi gerektirir. Müslüman düşünürler, asırlar boyunca dini metinlere başvururken Allah’ın varlığını ispatlamaya çalışmak yerine doğru Allah inancının nasıl olması gerektiği üzerine eserler yazmış olsalardı, bugün belki de Müslüman toplumlarda yaşayan insanların daha ahlaklı ve tutarlı olmalarına çok büyük katkıda bulunmuş olabilirlerdi. Bugün birçok Müslüman için Allah’ın varlığına inanmak, “Lâ ilâhe illallah” dedikten sonra her türlü ahlaki ve vicdani sorumluluktan kendini muaf görme eğilimine gireceği biçimde tuhaf bir öneme sahiptir. (Uydurulan, “günah işlem özgürlüğü” kavramı, bunun apaçık kanıtıdır.)

Başka her şey gibi, dini inancın kendisi de felsefi bakışın nesnesi yapılabilir. Biz de şimdi bu sohbette, dini inancın kendisine felsefi bakışla yaklaşma denemesinde bulunacağız. Dini inanç, zamansal ve mekânsal (tarihsel ve coğrafi) geçmişi, kutsal metinleri, birincil ve ikincil kahramanları olan ve farklı yorumlamalarla günümüze kadar nakledilmiş veya taşınmış bir inanç sistemidir.

Aynı dini metinleri farklı yorumlayan din adamlarının varlığına tanık olduğu için gerçek ve doğru yorumlama biçiminin nasıl olması gerektiğini merak eden kimi insanlar bazen “hocam bu meselenin aslı nedir?” gibi sorular yöneltirler. Bu sorular, genelde, İslam’da kölelik anlayışının neden tümüyle kaldırılmamış olduğu, Hz. Peygamberin neden Hz. Aişe gibi onlu yaşlardaki bir kızla evlenmiş olduğu veya neden evlatlık edinmiş olduğu Zeyd’in boşadığı eşiyle sonradan evlendiği, domuz etinin neden haram kılınmış olduğu, dünyanın kaç günde yaratılmış olduğuna dair; Kur’an-ı Kerim’de neden birbirinden farklı açıklamalar bulunduğu, veya Kur’an’da şeriat denen bir rejim ya da yönetim biçiminden söz edilip edilmediği, Kur’an’da baş örtüsü emrinin var olup olmadığı gibi kritik görünüme sahip konularla ilgilidir.

Kur’an-ı Kerim’in mealini okuyan ve merak ettiği sorulara kendi başına yanıt bulmaya çalışan insanların çoğu, ayetlerin iniş/nüzul sebeplerini, yani İslamiyet öncesinin ve İslamiyet döneminin antropolojik ve sosyolojik arka planını bilmedikleri için, yalnızca Kur’an meali okumakla sorularına aradıkları yanıtları bulamadıklarını anlamanın mutsuzluğu içinde, bu gibi soruların yanıtını bileceğini düşündükleri akademisyenlere yönelirler ve tatmin edici bir yanıt bulma umuduyla “hocam bu meselenin gerçeği nedir?” diye sorarlar. Fakat akademisyenlerin de bu konuda tüm geçmiş kanıtlara erişebilme lüksüne sahip olmadıklarını vurgulamak gerekir. (Bütün bunlara cevap ararken, her şeyden önce Kur’an’ın kesinlikle bir bilim kitabı değil, “ahlâk kitabı” olduğunu unutmamalıyız.)


 

GERÇEK DİN” YA DA “GERÇEK İSLÂM NEDİR” SORUSU

Özellikle Kur’an-ı tamamlayıcı olduğu varsayılan hadislerin ve bugün tüm akademisyenlere kaynak olma vasfına sahip İslam tarihiyle ilgili tüm eserlerin, Hz. Peygamber’in vefatından üç asır sonra yazılmaya başlamış olması, bir kutsal metin olan Kur’an dışında en otantik İslam’ın ne olduğunu apaçık gözler önüne serme konusunda akademisyenlerin dahi elini kolunu bağlayan, ciddi ölçüde kısıtlayan bir neden olmaktadır. Sözlü gelenekle günümüze kadar gelmiş olan kimi rivayetleri, sanki kamera çekimlerini bizatihi deşifre etmiş veya o dönemde her şeye yaşayarak tanık olmuş edasıyla anlatan din adamlarının anlattığı şeyleri gerçek din olarak görmek hiç te gerçekçi bir yaklaşım değildir.

Bu anlamda “gerçek İslam nedir?” sorusu dinsel olmayan bir sorudur ve bu soruyu hakkıyla yanıtlamak, Arap yarımadasında İslamiyet’in ortaya çıkması öncesinde ve sonrasında o coğrafi bölgede olup bitenleri araştırmakla, aydınlatmakla yakından bağlantılıdır. Fakat İslamiyet’in ortaya çıktığı yıllarda veya öncesinde Arap yarımadasında henüz yazılı gelenek oluşmadığı için bizzat o dönemlerde yazılmış ve o dönemlerin tarihsel ve toplumsal durumunu yansıtan eserler bulmak imkânsızdır. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi yazılı eserlerin ortaya çıkması, Hz. Peygamber’in vefatından yaklaşık üç asır sonraki zamanlara tekabül etmektedir. Kuşkusuz antik Yunan’da olduğu gibi, şayet yazılı gelenek İslamiyet’in ortaya çıktığı zaman dilimine kıyasla sekiz asır daha geriye gidiyor olsaydı, bugün Kur’an dışında İslam’a dair ne varsa çok daha derinlemesine aydınlatma şansına sahip olabilirdik.”

Dr. Süleyman Aydın, konuşmasını şöyle bağladı:“O halde ‘gerçek din’, bize miras olarak bırakılan her inanç unsurunu, tarihsel kamburuyla birlikte olduğu gibi kabul etmek değil, o mirası aklın, bilimin, teknolojinin, vicdanın ışığında, Türk zekâsı ve bilinciyle (Arap aklını ithal ederek değil), yeniden yorumlamak, değerlendirmek ve yaşanılır kılmakla ilgilidir.”

Soru-cevap bölümünün ardından program tamamlandı.


 


 

Editör: Mahmut Beyaz