İşte Büyükçapar’ın Özturan ile yaptığı söyleşi şu şekilde;

(Sayın Ali Büyükçapar ile söyleşimiz:)

Soru- Yeni kitabınız hayırlı olsun. “Puslu Anılar Çiçekçisi” ne hoş ad, nasıl buldunuz, hikâyesi nedir?

Cevap- Teşekkür ederim. Onikişubat Belediye Başkanı Sayın Hanefi Mahçiçek, dört adet kitabımızı bastırıp okuyucularımızla buluşturdu. Tam bir kültür insanı olan Hanefi Bey’e minnettarız. Bu kitapların biri, Köroğlu’nun ikinci baskısı oldu, ikincisi Kahramanmaraş Mutfağı, üçüncüsü ise Maraş’ımızın kurtuluş savaşını anlatan “Kanla Gelen Madalya” romanımızın, küçükler için bir özeti olan Maraş’ın Destansı Kurtuluşu kitapçığıdır. Puslu Anılar Çiçekçisi’si sona sakladım. Maraşlı yazarlarımız daha önce Köroğlu ile buluştuklarından, senin (edebiyat açısından) en çok dikkatini çeken de bu sonuncusu olmuştur.

Sorunuza gelince; İnsanların, özellikle de çocukluk, delikanlılık dönemlerinde yaşadıkları, o çıkarsız sevginin, art niyetsiz arkadaşlıkların anıları hiç kuşku yok ki, anımsadıkça, hakkında konuştukça mutluluk duyulan anılardır. Hepimiz bu anıları anımsadığımızda, onları başkalarına anlattığımızda içten içe sevinç duyarız. Ama ne var ki, sıkça anlatılmayan anılar, yaş da ilerledikçe pusların arkasına saklanır. Nazlanırlar sanki, ortaya çıkma konusunda. Biz onları zaman zaman pusların arkasından çıkarıp tozunu almalı ve bir buket çiçek gibi yakınlarımıza sunmalıyız. Bütün bunları düşünerek, kendimi (kendimizi demeliyim aslında), değerli okuyucularıma buket buket anılar sunan bir çiçekçi gibi duyumsadım. Ve de herkesten, kendi anılarını pusların arasından çıkararak yakınlarına anlatmalarını arzuladım. “Puslu Anılar Çiçekçisi” adı bu düşünceden doğdu. Burada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim sevgili Ali Büyükçapar, senin şiirlerinde bu tür imgelerin en güzellerini okumaktayım. Senin şiirlerini taçlandıran, o dizelerin narin boyunlarında sık gördüğüm kolyelerdir bu tür imgeler. 

Soru- Anı edebî türünde eser vermenin zorluğu nedir?

Cevap- Sözünü ettiğin zorluğun bu türe özgü olduğu kanısında değilim. Yeter ki anılarımız dişe dokunur olsun ve biz onları belleğimizin derinliklerinde korumuş olalım. Bir konuda okurlarının huzuruna çıkmaya niyet eden ciddî yazarlar, ilgi çekici bir konu seçiminde, okurlarına nasıl bir üslupla, nasıl bir kurgu ile anlatılması gerektiğini belirlemede ve de dil konusunda, uzun uzun düşünürler. En önemlisi de kutlu Türkçemizdir. Bir toplumu ulus yapan özelliklerin en başında dil gelir, onun üzerinde çok titrememiz gerekmektedir. Türk insanının ifade gücünü geliştirecek buluşlar ve uygulamalar peşinde olmalıyız.

Soru- Günlük tutmuş muydun? Yazı ve zaman arasındaki ilgiyi nasıl kurdun?

Cevap- Günlük tutmaya çok özenirdim ama bir türlü tutamadım. Kitabımıza konu olan ve sanat değeri olan anılar, konuşmalar, etkinlikler belleğime öyle yazılıyorlar ki unutamıyorum. Belleğimdeki puslar çarçabuk dağılıveriyorlar, şöyle bir yokladığımda. Bir de, bizim kuşağımız, sözlü halk kültürü geleneğimizin canlı olduğu yılları yaşayan (belki) son kuşaktır.

Aradan on yıllar geçtikten, belli bir üsluba sahip olduktan ve de yayım imkânı bulduktan sonra, dediğim gibi, puslu anıların arasından çıkarıp çıkarıp buketler hazırladım okuyucularım için. Kolay değildi, ama zor da olmadı doğrusu.

Soru- Kitapta geçen olaylar trajik; yaygın bir fakirlik ve cehaletten kaynaklanan sataşmalar… O yıllar niye böyle idi? Sosyo-psikolojik tasvirde bulunur musun?

Cevap- O yıllarda bir “mahallelilik” kavramı vardı. Mahalleliler (şimdikiler ya da büyük kentlerde yaşayanlar belki inanmayabilirler) akraba gibi severdi birbirini. Yardımlaşmada, dayanışmada, toyda düğünde, iyi günde kötü günde birbirlerinin yanında olurlardı. Fakirlik, insanlara büyük acılar vermezdi, fakir ve zengin ailelerin yaşantılarında uçurumlar açılmamıştı o yıllarda. Zenginle yoksul, deli ile akıllı, ciddî ile geveze aynı ortamda yaşardı. Birbirlerine tahammülleri vardı. İnsanlar birbirlerine zıt da olsalar, mahalleliydiler, asgari müşterekleri çoktu. Yukarıda da dediğimiz gibi, radyonun yeni yeni yaşamımıza girdiği, televizyonun henüz yaygınlaşmadığı yıllardı o yıllar. Sözlü halk kültürü geleneğimizin sürdüğü o yıllarda, bu tür olayların yaşanması da normal sayılmalıdır. Cami avluları, çayhaneler, meydanlar bizim insanımızın sosyalleştiği, acılarından kurtulduğu, moral bulduğu yerlerdir.

Soru- Sık olmasa da, farklı olmaktan söz ediyorsun. Arkadaşın Oğuz Paköz’le tanışınca “gariplik” dediğin şeyin normal olduğunu söylüyorsun. Olağanla, olmaması gereken nedir peki?

Cevap- Oğuz Paköz’le yollarımız kesişe geldi, kesişe gidiyor. Şikâyetçi olmam. Hocam, sen de bilirsin ki insan bir meçhuldür. Psikolojisiyle, biyolojisiyle tam bir meçhul… Hele çocukluk, ilk gençlik yıllarımda bizler kendimizi bile yeterince tanımıyorduk. Neyin normal olduğunun, neyin olmadığının ayrımına varamadığımız pek çok konu oluyordu. Yaptığım bir takım davranışların normal mi, değil mi olduğunu bilemiyordum kimi zaman. Oğuz Bey’le tanıştıktan sonra onunla aşırı bir yakınlığımız oldu. Kardeş gibiyizdir. Sonra bu tür anılarımız ortaya çıkınca, baktım ki benim yaptıklarımı o da yapmış. Ve de Oğuz Bey çok okuyan, çok dengeli biri. İnsanda normalin ölçütü nedir, diye sormazsan, (çünkü bilemem onu) ben Oğuz Beyi normal insan olarak kabul ederim. Benim duyumsamalarımla onun duyumsamaları örtüşüyorsa, kendimin doğru şeyler yaptığına inanırım. Oğuz Paköz’le ben bunları yapıyorsak, daha başkaları da yapıyor, demektir. Bu kadar çok insan aynı ya da benzer şeyleri yapıyorsa, büyük olasılıkla doğru şeydir yapılanlar. Böyle düşündüm. Tabii kitabımıza bir çeşni olacağını düşünerek yazdım onları. Modern, post modern yazında vardır bunlar.

Soru- Zamanın bu denli değişimi seni nasıl etkiledi?

Cevap- İnsanların dünyası, ilk zamandan beri sürekli bir değişim içindedir. Yeni yeni keşifler, icatlar ve onların getirdiği değişimler… Isınma, ulaşım, iletişim, aydınlanma, inşaat, sanayi vs, vs. Hepsi de sürekli bir değişim içerisindedir. Ancak, Batı’da yaşanan büyük sanayi devriminden sonraki değişimler çok daha hızlı, çok daha büyük olmuştur. Hele de, elektriğin keşfinden itibaren, gezegenimizin yaşadığı değişimler iyice hızlanmıştır. Binlerce yıldır çıplak ateşte ısınan insanlar, günümüzde kullandığımız gibi, kaloriferlerle, klimalarla ısınmaya başlamışlardır. Gerçekten de büyük bir değişim… Bu büyük değişimi kanıksayınca, daha yumuşak bakıyoruz olan bitene.

Soru- Bugünden yarına ne tür değerler hazırlıyorsun?

Cevap- Şiir yazsam da düz yazıyı daha çok seviyorum. ‘Kanla Gelen Madalya’ romanımdan dolayı okuyucularımdan çok olumlu paylaşımlar aldım. Konusu olan Kurtuluş Savaşı’mızın ne denli destansı olduğu göz önünde bulundurulursa, bize yalnızca dikkatli bir kurgu ile güzel bir üslup düşüyordu. Sanırım onu becermişim. Roman yazmak hoşuma gidiyor. Odaklandığımda ikincisini, üçüncüsünü de yazmak istiyorum. Şu sıralar öykülere yoğunlaştım. Kimi öykülerim klasik olsa da, daha çok modern ve post modern öykü benim tarzım. İki kitap olacak kadar öyküm birikti, yakında onları da değerli okuyucularımın beğenilerine sunmak istiyorum.

Teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Editör: Mahmut Beyaz