Son yıllarda özellikle de internette sıkça paylaşılan ve konuşulan olaylardan biri olan Broken Hill Savaşı, iki Müslümanın bir devlete kafa tutması açısından dikkat çekiyor. Broken Hill Savaşı’nı, derinlemesine araştıran ve bunun sonucunda hacimli, ciddi ve sürükleyici bir roman ortaya çıkaran Kahramanmaraşlı Salih Koca, Broken Hill Savaşı 1915 kitabında Avustralya’da bir kasabaya yerleşen ve burada isyan eden iki Müslüman’ın çevresini, hayat hikâyelerini ve aldıkları savaş kararını anlatıyor. İki kişinin bir devlete kafa tutması açısından son derece ilginç olan olay, Salih Koca’nın kaleminden geniş hacimli bir romanın sayfalarında okuyucuyla buluşuyor. Tarihe geçmiş bu olay, dönemsel ayrıntılarla, uzun ve heyecanlı bir macera eşliğinde anlatılırken, roman sanatının geniş kurgusal imkânlarından da yararlanıldı. Şahıslardan birinin dondurmacı olması dolayısıyla eser, 1910’larda Anadolu’ndan, bir Osmanlı şehrinden, dondurmasıyla meşhur Maraş’tan başlatıldı. 1915 yılında yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılan eser, sürükleyici kurgusu ve inanç sosyolojisine getirdiği farklı yorumlarıyla dikkat çekiyor.

1915 de yaşanmış bir olayı yeni olmuş gibi gözümüzün önüne getiren, bize tüm yönleriyle anlatan eserin yazarı Salih Koca ile yaptığımız sohbeti sunuyoruz:

- Salih bey bu romanı yazma fikri nereden doğdu?

- Olayı çocukluğumda 1987’lerde Tercüman gazetesinde Ergun Göze’nin bir yazı dizisinde okumuştum. O yıllarda bize ilginç bir kahramanlık macerası olarak gelmişti. Daha sonra internette tesadüfen konuyla ilgili abartılı bir hikâye okudum. Çatışma tamamen bir masala çevrilmiş, inanılması güç bir kurguyla yazılmıştı. Yazan büyük ihtimalle milli duyguları kolaylıkla harekete geçireceğini varsayarak onlarca mantık hatasıyla bir hikâye uydurmuştu. Ama bu basit hikâyenin bile internette yayıldığını, okunup altına çeşitli görüşler, beğeniler yazıldığını ve bir o kadar da acımasız eleştiriler yapıldığını görünce konuya ciddiyetle eğilme arzusu hissettim. Bu vesileyle, Türkiye’nin Avustralya büyükelçiliği yetkilileriyle irtibat kurdum. Sağ olsunlar bana yardımcı oldular ve Avustralya Ulusal Üniversitesinde çalışan Prof. Dr. Mehdi İlhan ile irtibata geçmeme vesile oldular. İlhan, konuyla ilgili daha önceden araştırıp hazırladığı otuz sayfalık bir akademik metni bana yolladı ve her konuda yardımcı olabileceğini söyledi. Gerçeklere sadık kalınarak olayı anlatan bu İngilizce makale romanın temelini oluşturmaktadır. Ayrıca yüze yakın farklı kaynaktan hikâyenin aslını öğrenmeye çalıştım. Hatta olayın geçtiği Broken Hill kasabasına gidip, bu iki Müslümanın mezarını ziyaret edenlerle, konuyla ilgili açılmış müzeyi görenlerle konuştum. Sonunda insanımıza çok şey söyleyeceğine inandığım, Anadolu’dan Avustralya’ya sürükleyici maceralar eşliğinde; sevgi, arkadaşlık, düşman, vatan, inanç Osmanlı ve savaş kavramları üzerine kafa yorduğum bu eser ortaya çıktı. Çalışmada mesela bir Nalburda kahramanlarımız bir Alman ile Hristiyan ve İslam üzerine ve aradaki çatışma alanları üzerine uzun bir tartışma yapıyorlar. Bu şekilde, mesela okyanusta geçen uzun gemi yolculuğunda da kahramanları özellikle farklı kültürlerden seçip okyanusun ortasında vatan hissinden bağımsız, sadece fikirler temelinde çatıştırdım birkaç yerde.

- Kitabınız aynı zamanda bir düşünce kitabı olması özelliğini de taşıyor. Tarihi bir roman olsa da, son yıllardaki Müslümanlar arasındaki tartışmaları da alttan alta eleştiriyorsunuz, bir yön bulmaya çalışıyorsunuz. Bu kitabı yazmanızda dünya Müslümanlarının son dönemde Ortadoğu’da başlarına gelenlerin etkisi olmuş mudur? Ve çok parçalı, ortak kararlar almaktan uzak hale gelmeleri sonucu süregiden siyasi belirsizlikler kitabınızda ne kadar yer buldu?

- Sadece Müslümanlar arasında olanlar değil,  tüm dünyada olanlar yazarı etkiler, etkilemelidir de. “Ben etkilenmem” sertliği içinde değil, beni etkilesin diye tüm haberlere ve yazılara bakarım, günümü yaşarım. Çünkü her yaşadığım etkilenme içimde bir tomurcuktur, bir duygu ve bilgi fidanının yeşermesidir. Müslüman birisi olarak elbette İslam coğrafyasında yaşananlar biraz daha farklı ve içten etkiliyor beni. Yaşadığınız bölgeden, inançtan ve içinde yaşadığınız geçen zamanın ruhundan bağımsız kitap yazmak zordur. Tüm bunlar sizi bir kitabı yazmaya oturduğunuzda şekillendirmeye başlar ama bir süreliğine. Daha sonra kitabın omurgası ortaya çıkıp olaylar ve kişiler oluştuğunda romandaki her kişiye bağımsızlık vermek zorundasınız. Ve böylece o bağımsız ortamda oluşturduğunuz her tip ve karakter size karşı gelircesine konuşur, hatta bir süre sonra siz sanki olayları izleyen ve sadece kayıt altına almaya çalışan biri gibi olursunuz. Karakterler bağımsızlaşır, günlük hayatta tanışmak için araya insan koyduğunuz gerçek insanlara dönüşür. Oluşturduğunuz maceraların içinde olmadığınız için üzülürsünüz. Hiçbir roman kahramanına onun karakterine uygun olmayan bir şey söyletemezsiniz, hoşunuza giden bir cümleyi diyalog olarak yazamazsınız.

Söylediğim gibi, yaşadıklarınızdan, hissettirdiklerinden uzak kitap yazmak zordur. Yazdığınız kitap ilk çağlarda geçiyor olsa bile sizin o anki yanlarınızdan algılarınızdan izler taşır. 1970’lerde yazılmış tarihi bir roman ile 1800’lerde yazılmış tarihi bir romanı hemen ayrıştırıp yazıldığı dönemi bilmemiz de bu yüzden.

Bu kitapta aşk ve sevgi var, çeşitli yüce duyguların çatışması var ve farklı olarak belki inanç ve birey arasındaki ilişki de var. Ben kitabımda inancı, çatışmalar yaratan değil, insanlığın barış ve huzur dolu bir yeniçağa ulaşmasında ana kavramlardan biri olarak görüyorum. Bunu da eserime yansıtmaya çalıştım. İnançla kavga edenlerin de yeterince hümanist olamayacağını, insan sevgilerinin eksik olduğunu düşünürüm. Çünkü inanç, bir fikirden çok karakterin bir parçasıdır. İnancına söz ettiğiniz birinin aslında kişiliğine söz ediyorsunuzdur. Bu ayrımı yapamayan birinin de zaten entelektüel çaba içinde üretmesi zordur. Ama şunu da belirtmek lâzım. İnanç denilen şey sizi uysal ve iyiliksever de yapar, vahşi ve başkasına zulmeden birine de dönüştürebilir. Tarih bunun örnekleriyle dolu. İnançtan önce kişinin cehaletini yenmesi gerekir. Bir cahilin elinde özellikle din bir kılıca dönüşür her an birinin boynuna indirebileceği. İslam toplumlarının belirli bir kültür düzeyinde olmaktan başka çareleri yok. Özellikle dini doğru anlamak isteyen kitlelerin cahillikte ısrar etmeleri imkânsız diye düşünüyorum.

- Romanınıza gelecek olursak, bu muhteşem eser nasıl ortaya çıktı?

- Aylar süren bir çalışma sonucu Broken Hill kasabasındaki trene baskını gerçekleştiren iki savaşçının hikâyesini en ince detaylarına kadar öğrendim. Olayın geçtiği kasabada olanları iğne ile kuyu kazarcasına tek tek kurguladım. Roman sanatının kurgusal imkânları içinde olaya geniş açıdan bakıp doyurucu bir hikâye haline getirip anlatırken inanç ve insan temelinde ciddi meselelere de yer verdim.

Müslümanların bu olayı bir faydalı motivasyon aracı olarak almaları günümüzde ancak bu saldırıdan şiddeti reddeden bir düşünce ortaya çıkarmalarıyla mümkündür. Çünkü dönem, şiddetin ayıplandığı, bilginin ve ekonomik kültürel üretimin her şeyi belirlediği bir zamandır. O zamanki şartların bu iki cesur insana bunu yaptırmış olsa da şimdi artık kahramanlığın mesela kansere ilaç bulunmasıyla, insanlığa hizmet edecek bir fikir keşfedilmesiyle, teknolojiyle, bilimle, iyi ahlâkla olabileceğini düşünenlerdenim.

“Savaşsa savaş!” Temelinde bu olay emsalsiz bir örnektir. Yani İslam inancı altında yaşayan Türkler ve diğer milletler gerektiğinde tek başlarına da davaları için, inançları ve ülkeleri için ölümü göze alabilecek imana sahip insanlardır ana fikrini bu olay mükemmel vermektedir. İmanın insan ruhunda nasıl bir cesarete ve kararlılığa yol açtığını bu olay anlatmaktadır. Buradan yola çıkarak, olayın üzerinden yüzyıl geçmiş bir zaman diliminde Müslümanların da gelişen stratejilere, anlayışlara uyması gerekir. Başarı için milletler içlerindeki, ırksal farklılıkları bir çatışma ve suçlama unsuru yapmıyorlar artık. Çünkü Allah her millete neredeyse ayrı bir zekâ vermiş, farklı bir konuda uzmanlaştırmış. Ayrıca dinsel ayrılıklar artık sadece yeryüzünün geri kalmış bölgelerinde insanlar arasında bir çatışma sebebi olabiliyor.

Bu tabloya bakarak benim bu romanı yazış amacımı şöyle söyleyebilirim; Bir Müslüman olarak dünyanın her alanda en gelişmiş olmak! Müslüman ilim adamlarının onlarcasını yüzlercesini geliştirecek bir sistem için moral bulmak. Cesaretin, kişisel kahramanlığın artık insanlığın ortak değerleri adına olması gerektiğini göstermek. Elde tüfek savaşan atalarımızın bizden artık elde kalem, olarak savaşmamızı istediklerini anlatmak.  Broken Hill’deki çatışmada ortaya konulan benzersiz cesareti yeni faydalı şeyler başarmak için içimizde bir motivasyona dönüştürmek.

Zaman içinde insanlık ailesinin güçlü bir üyesi olarak gelecekte yer almak istiyorsak, tarihimizi çok iyi bilmeli, kahramanlıkları fedakârlıkları ve acıları çok iyi öğrenmeliyiz. Büyük bir tarihin evlatları olarak gelecekte yapacağımız çok şey olduğunu bilip asla moralimizi bozmayıp kahraman atalarımızın bizimle olduğunu hissetmek zorundayız. Onlara layık olmak istiyorsak çalışmak, öğrenmek ve bilmek zorundayız. Gençlere böyle olayları doğru anlatarak, böyle olaylardan doğru ana fikirler üreterek onların kafa karışıklığını giderebiliriz. Unutmamak lazım ki, bizler için kafa karışıklığı geçicidir, medeniyetimizin ruhunu içimizde yaşatmak, her attığımız adımda onun sorumluluğunu hissetmek kalıcıdır, kalıcı olmalıdır.

- Eserinizi kim hangi amaçla okumalıdır?

- Ben kalıcı olması amacıyla bir roman yazdım. İnterneti dolaşan milletin milli duygularını hafife alan abartılı hikâyelerin insanımızın hayallerini, duygularını erozyona uğrattığını, gerçeklikten uzaklaştırıp zarar verdiğini düşünüyorum. Bu eserde hikâyemiz Anadolu’dan Yedi Güzel Adam’ın şehrinden başlıyor. Daha sonra, İstanbul üzerinden Trablusgarp savaşı, Mustafa Kemal, Enver Paşa ve Ömer Muhtar’ın da olduğu bir macera ile devam ediyor. 

Romanın kahramanları Osmanlı için yardım toplayan Hindistan Müslümanlarına ulaşıp bu altınları Enver Paşa’ya getirmek amacıyla uzun bir deniz yolculuğuna çıkıyorlar. Elbette sadece özet geçiyorum. Çünkü denizlerde, Trablusgarp’ta ve İstanbul’da olağanüstü hikâyeler ve nefes nefese maceralar yaşıyorlar. Kitabın bence en önemli özelliği heyecanlı ve sürekli maceraların bir zincirin halkası gibi birbirine bağlanması. Ve hepsinin de orijinal kurgu içeren, ileride bir sinema filmi veya dizi olabilecek konulardan meydana gelmesi.

Romanı okuyanlar, büyülü fantastik bir dünyaya adım atacaklar ama elbette tüm gerçekliği ile. Yani burada uçuşan dinozorlar filan olmayacak ama yine de şaşırtan, şok edici fantastik hikâyeler de var. Ayrıca, gerçeği hak ettiği gibi anlattığınızda en uçuk fantastik hikâyelerden bile daha heyecanlı sahneler ortaya çıkabiliyor. Özel olarak yazdığım akılda uzun zaman kalıcı birkaç ilginç hikâye var kitapta. Bu tür romana serpiştirilmiş küçük hikâyeleri ben çok seviyorum ve tercih ediyorum. Bu iki cesur savaşçıya dair bir kitap yazarken hissettiğim tek şey sorumluluk duygusuydu. Onların bu unutulmayacak hikâyelerine unutulmayacak bir eser yazma çabasıydı. Umarım başarılı olmuşumdur, kararı okuyucu verecektir.

- Çok teşekkür ederiz. Son olarak söylemek istediğiniz var mıdır?

Bu benim dördüncü kitabım. Bu kitap Doğu ve Batı arasındaki bin yıllık gerginliği ve tartışmayı da sonuçlandırmak amacıyla yazıldı aslında. Her iki tarafın birbirini anlaması ve düşmanlıkları bitirmesi arzusuyla kaleme alındı aynı zamanda. Müslümanların önemli bir parçası olmasını arzuladığım büyük bir barış ve insanlık paktının oluşması en büyük hayalim. Ama bu demek değil ki, bu tren saldırısını düzenleyen iki insanın macerası tamamen bu amaçla yazıldı. Aksine, onların heyecanlarını, inançlarını ve saldırı anında geçen dakikalarını neredeyse saniye saniye hissederek yazdım.

Onların yanında, çatışmanın tam ortasında, mermilerden patlayan kayalar, bedenlerden akan kanlar, şehadete giden kararlılıkları günlerce aylarca bende, içimde yaşadı. Birçok kez yazarken ürperdim, gözlerim doldu, yaşlılarla konuşup insana dair sorular sordum, günlerce kitaba dair bir sorumun cevabı peşinde kitap sayfaları arasında ve internette gezdim. Yüz üç yıl aradan geçmiş olsa da sanki az önce olay olmuş gibi hissederek yazmaya çalıştığımdan roman bittiğimde aynaya baktığımda yüzlerime yeni çizgiler gelmiş gibi hissettim kendimi.

Haftalarca Broken Hill sokaklarında yaşayan ruhumun yansıması olan yüzüme alışmam birkaç gün aldı. Yaşanan şiddeti asla sansürlemedim, yumuşatmadım. Bunun onlara haksızlık olacağını düşündüm. Hatta bir arkadaşım kitabı düzeltmek için matbaa öncesi okuduğunda “son sahneleri çok sert yazmışsın, bir çatışma bu kadar da gerçekçi yazılmamalı!” dedi. Ama ben bu iki insanın koca bir kasabaya hatta koca bir devlete karşı gelmesini başka türlü anlatamayacağını düşündüm. Yoğun empati kurma çabam yüzünden, Beyaz Kayalarda iki yüz kişiye karşı üç saatlik çatışmalarını anlattığım günlerde o ana bire bir şahit olmuş gibi gezdim günlerce.

Bir arkadaşım da “roman hem çok akıcı, hem de dönemiyle ilgili çok bilgi var” demişti. Hikâyeyi şekillendiren sayısız konuyu ciddiyetle araştırıp kitaba yansıtmaya çalıştığım için böyle bir söz söylenmesi doğaldı. Çünkü bir tarafta Osmanlı bayrağı altında çarpışan Abdullah ve Muhammed, diğer tarafta yaklaşık üç yüz kişinin olduğu Beyaz Kayalar’daki kitabın finalindeki çatışma sahnesini başka türlü kurgulayamazdım. O noktaya olaylar nasıl geldi anlatmasam, okuyucu yeterince tatmin olmazdı. Dört bölüm olan romanda okuyanlar tarihe geçmiş bir olayı tüm yönleriyle okurken, inanç felsefesi, cesaret ve kahramanlık, 1910’ların Osmanlının son döneminin İstanbul’u ve Anadolu’su, İttihat Terakki ve Abdülhamid, 31 Mart Vakası, Trablusgarp savaşı, İngiliz Siyaseti, hakkında edebiyatın o özel tadı içinde çok şey öğrenecekler.

(Haber: Ahmet Güneçıkan)

Editör: Mahmut Beyaz