Türk Tarih Kurumu tarafından Misak-ı Milli'nin kabul edilişinin 98. yıl dönümü nedeniyle hazırlanan kısa film ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Afrin’de başlattığı ‘Zeytin Dalı Harekatı’ kapsamında sık sık gündeme gelen Misak-ı Milli nedir, sınırları ve kararları nelerdir? I. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye'nin kabul ettiği asgari barış şartlarıyla oluşan Misakı Milli kararlarını Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Erhan Alpaslan’a sorduk. Misak-ı Milli’nin en ince ayrıntılarını gazetemizle paylaşan Alpaslan, Misak-ı Milli’nin bir vatan coğrafyasının sınırlarını çizmesinin yanı sıra aynı zamanda da bu vatan coğrafyasında hür ve bağımsız yaşama azim ve iradesinin de bir göstergesi olduğunu söyledi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Afrin’de başlattığı ‘Zeytin Dalı Harekatı’nın Misak-ı Milli ile bağdaştırılması hakkında yapılan yorumlara da değinen Alpaslan, Türkiye’ye yakın olan bölgelerde Türkiye’nin geleceğine yönelik güvenlik konusunun tehlikeye girmesi nedeniyle Afrin operasyonunun haklı gerekçelere dayandığını belirtti.

İşte Erhan Alpaslan’ın dilinden Misak-ı Milli’nin detayları:

İŞTE MİSAK-I MİLLİ’NİN MADDELERİ

Misak-ı Milli’nin kabul edilişinin 98. Yıl dönümü münasebetiyle bu konuda genel bir değerlendirme yapacağız. Misak-ı Milli, milli ant anlamına gelmektedir. Ahd-ı milli olarak da söylenir. Misak-ı Milli 6 maddeden oluşmaktadır. Misak-ı Milli hakkında tabi bu konuda yazılan literatüre baktığımız zaman başta Diyanet Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine, bunun yanı sıra son çalışmalardan biri olan Mustafa Budak’ın İdealden Gerçeğe-Misak-ı Milli’den Lozan’a isimli dış politika kitaplarından geniş bilgilere ulaşılabilir. Misak-ı Milli’nin içeriğine baktığımız zaman bu altı maddeden oluşmaktadır. Birinci maddeye göre Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığı sırada işgal altına girmiş Arapların yaşadığı topraklarda halkın vereceği oyla gelecekleri belirlenecektir. Yani burada istenen aslında o bölgede yaşayan o bölgenin geleceğinin kaderinin belirlenmesinde o bölgede yaşayan insanların kararları burada söz konusudur. İkinci maddede daha önce anavatana katılan Kars, Ardahan ve Batum için gerekirse tekrar genel oya başvurulması kabul edilmektedir. Üçüncü maddede Balkan Savaşı’nda kaybettiğimiz Batı Trakya’nın durumunun yine halk oyuyla tespiti talep edilmektedir. Dördüncü maddeye baktığımız zaman hilafet merkezi İstanbul ve Marmara Denizi’nin güvenliğinin yanı sıra boğazların durumu ele alınmıştır. Beşinci maddede azınlık haklarına çevredeki devletlerle Müslümanların aynı haklardan faydalanması şartıyla riayet edileceği vurgulanmış, son maddede ise tam bağımsızlığa ve serbestliğe sahip olmamızın hayat ve bekamızın esas temeli olduğu vurgulanıp kapitülasyonlara karşı olduğumuz vurgusu da yapılmıştır. Tabi borçlarımızın ödenmesi yani Osmanlı’dan kalan borçların ödenmesi şartı da bu esaslara aykırı olmayacaktır.

TAM BAĞIMSIZLIĞI KABUL EDEN BİR BELGEDİR”

Atatürk’ün Misak-ı Milli ile ilgili beyanına baktığımız zaman, bu konuda Atatürk, “Misak-ı Milli’mizde muayyen ve müspet bir hat yoktur, kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, hattı hudut olacaktır” demiştir. Atatürk, Lozan öncesinde 13 Ekim 1922’de yabancı basına verdiği demecinde, “Avrupa’da İstanbul ve Meriç’e kadar Trakya, Asya’da Anadolu, Musul arazisi ve Irak’ın yarısı Makedonya’yı ve Suriye’yi terk ettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmaya azmettik ve kurtaracağız” demiştir. Dolayısıyla tabi Misak-ı Milli ile ilgili bu değerlendirmemizden sonra şu konunun altı çizilmesi gerekir. Öteden beri aslında tartışılan bir konu olan Misak-ı Milli acaba belirlenen sınırlar çerçevesinde gerçekleşmiş midir, gerçekleşmemiş midir? Bu konuda araştırma yapan akademisyenler ve diğer muhtelif çevrelerin zaman zaman üzerine durduğu ve zaman zaman da yazıların yazıldığı bir konudur. Şunu kabul etmek gerekir ki, Misak-ı Milli aslında Türk ve Müslümanların yaşadığı bir coğrafya içerisinde siyasal olarak egemen, bağımsız bir devletin temel politikasını öngürmüştür ve altıncı maddede olduğu gibi tam bağımsızlığı temel olarak kabul etmiş bir belgedir.

TARİHSEL OLAYLARI KENDİ DÖNEMİNE GÖRE DEĞERLENDİRMEK ÖNEMLİ”

Tabi bu çizilen sınırlara baktığımız zaman Misak-ı Milli sınırlarıyla ilgili net olarak şunu söyleyebiliriz. Evet bu hudut İskenderun Körfezi’nin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile Katma istasyonu arasında Ceraplus Köprüsü’nün güneyinden Fırat Nehri’ne mülaki olur ve oradan Deyrezor’a iner ve dolayısıyla Doğu’da sınırlanmak suretiyle Musul, Kerkük ve Sülaymaniye’yi ihtiva eder. Orijinal kayıtlarda bu şekilde yer alan Misak-ı Milli, bu anlamda gerçekleşmiş midir dersek, bu anlamda elbette ki gerçekleşmiş değildir. Tabi tarihsel olayları kendi dönemi ve şartlar içerisinde değerlendirdiğimizde özellikle Milli Mücadele’ye gelişin nasıl olduğunu daha doğrusu bu süreci biz 1. Dünya Savaşı ve sonrasındaki olaylar kapsamında değerlendirmemiz söz konusu olabilir. Onun için bu gelişmeleri 1. Dünya Savaşı’ndan itibaren değerlendirecek olursak Misak-ı Milli ile ilgili bir takım sorularada bir anlamda cevap bulmuş olacağımızı düşünüyoruz. Özellikle 1. Dünya Savaşı büyük bir mağlubiyete uğrayan Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla bir anlamda dağılma sürecine girecek. Ülkenin toprakları işgalci devletler tarafından işgallere uğrayacaktır. Ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen tarih boyunca esareti kabul etmeyen Türk milleti Anadolu’da ardı ardına örgütlenmelere giderek, kongreler yaparak Milli Mücadele’nin alt yapısını hazırlamaya başlayacaklar. Ve bu çerçevede Mustafa Kemal Paşa’nın 1919’da Samsun’a çıkmasıyla bir milli mücadele hareketi başlamış olacaktır. Son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra 21 Aralık 1918’de meclisi fesh edecek ve yapılan seçimlerle oluşan yeni Meclis-i Mebusan 12 Ocak 1920’de ilk toplantısını yapacaktır. Dolayısıyla Misak-ı Milli belgesinin ortaya çıkması da bu dönemde gerçekleşmiştir. Ancak Misak-ı Milli’nin ilke ve esaslarının belirgin hale gelmesini Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı milleti organize etmesiyle başlayan kongreler sürecinde ve kongrelerde alınan kararlar çerçevesinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Yani Misak-ı Milli belgesi esas itibariyle Erzurum ve Sivas kongresi kararlarına dayanmaktadır. Bu süreç bu kongrelerin yapılmasından sonra Anadolu hareketi ve temsil heyetinin İstanbul hükümet temsilcileriyle yapmış olduğu Amasya görüşmelerinden sonra karara bağlanacak ve dolayısıyla bu kararlardan bir tanesi de kapalı olan Meclis-i Mebusan’ın açılması olacaktır. Dolayısıyla son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin 12 Ocak 1920’de açılmasından sonraki süreçte Mustafa Kemal’in aslında Milli Mücadele yanlısı olup da bu seçimlere girip seçimleri kazanan ve son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde yer alacak Mebuslardan istediği bir Müdafa-i Hukuk Grubu’nun oluşması ve milli mücadele lehinde burada çalışmalar yapmasıydı. Bu mümkün olmamakla birlikte son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde bir Felah-ı Vatan grubu oluşmuş, bu Felah-ı Vatan Grubu’nun çalışmaları neticesinde 28 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan’ın yapmış olduğu toplantıda Ahd-ı Milli beyannamesi adı verilen bu metin kabul edilmiştir.

MİSAK-I MİLLİ TÜRK MİLLETİN ÇEKİLECEĞİ EN SON NOKTAYI GÖSTERİR”

Böyle bir belgenin kabul edilmesi demek İstanbul hükümetinin bir anlamda Anadolu hareketiyle bütünleşmesi ve ona tabi olması şeklinde söylenebilir. Üzerinde ise yaklaşık 121 mebusun imzası da yer alacaktır. Tabi metin yayınlanmadan önce bunun incelenmesi ve tercümesi faaliyetleri yapılmış ve dolayısıyla 17 Şubat 1920’de yapılan toplantıda da bunun bir deklarasyon, yani dünyaya bir deklarasyonu yapılmış ve dolayısıyla başta Fransızca tercümesi yabancı hükümet ve meclislere de gönderilmiştir. Son Osmanlı Mebusan Meclisi Misak-ı Milli’yi Türk milletinin çekilebileceği son noktayı göstermektedir. 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması sonrası yapılan tüm işgalleri reddeden bir anlayışı da ortaya koymuştur. Misak-ı Milli’nin İstanbul hükümeti ve dolayısıyla Son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde kabul edilmiş olması itilaf devletleri için kabul edilebilir bir durum değildir. Nitekim bunun somut göstergesi itilaf devletlerinin 16 Mart 1920’de İstanbul’u bu sefer fiilen ve hukuken işgalleriyle sonuçlanmış, meclis işgal kuvvetlerince kuşatılmış ve bazı milletvekilleri de tutuklanmıştır. Mebusan Meclisi bu gelişmeler üzerine Mebusluk görevinin yapılması için uygun bir ortam oluşuncaya kadar çalışmalarına son vermiştir. Ve sultan Vahdettin’de 11 Nisan 1921’de Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ni tatil etmiştir. İstanbul’daki bu gelişmeler üzerine Mustafa Kemal, 17 ve 19 Mart tarihli genelgeler çerçevesinde milli iradenin gasp edilmesi, İstanbul’un fiilen ve hukuken işgal edilmesi durumunda bazı tedbirler alma yoluna giderken aynı zamanda bu tamim ve genelgeler yayınlamak suretiyle hiç vakit kaybetmeksizin Ankara’da yeni bir meclisin açılmasını bir anlamda deklare etmiş olacak ve bu süreç yeni bir meclisin Ankara’da açılması ve yeni bir devlete geçişin de ilk adımlarını oluşturmuş olacaktır.

HÜR VE BAĞIMSIZ YAŞAMANIN GÖSTERGESİDİR”

Misak-ı Milli tabi bizim açımızdan bakıldığı zaman önemli bir belgedir. Yani her şeyden önce bir vatan coğrafyasının sınırlarını çizerken aynı zamanda bu vatan coğrafyasında hür ve bağımsız yaşama azim ve iradesinin de bir göstergesi olacaktır. Buna rağmen tabi aradan geçen bu kadar sürede Cumhuriyet Dönemi ve sonrasında hem akademik dünyada hem de bu alanda yapılan muhtelif çalışmalarda gündeme gelen bir konudur. Ortadoğu’deki son gelişmeler karşısında özellikle Irak ve Suriye’deki gelişmeler karşısında da bu konu tekrar gündeme getirilmiş, ulusal ve uluslararası ortamda bazı açıklamalar söz konusu edilmiştir. Orijinal kayıtlarında Misak-ı Milli sınırları içerisinde gördüğümüz bu Musul ve Kerkük bölgesindeki gelişmeler ve buradaki yeni yapılanmalar, Irak’ın parçalanması ve yeni bir takım minimize olmuş devletlerin ortaya çıkma durumu Türkiye’nin bir sınır güvenliği konusunu gündeme getirmiştir. Dolayısıyla Türkiye bu sınır güvenliğini sağlayabilmek amacıyla hem uluslararası anlaşmalarda ve daha önce yapılan anlaşmalar çerçevesinde hareket etmek yoluna gidecektir.

TÜRKİYE’NİN GÜVENLİĞİ AÇISINDAN ZORUNLU KILMIŞTIR”

Ortadoğu’da Türkiye’nin kendi güvenliği açısından var olmasını zorunlu kılmıştır. Bu Irak bölgesi için de geçerli olduğu gibi en son bölgesel Kürt Hükümeti’nin bağımsızlık konusunda yapmış olduğu açıklamalar karşısında Türkiye tavrını net olarak ortaya koymuş ve Irak’ın bütünlüğü konusunda politikasını belirlemek suretiyle bu oluşumu kabul etmemiştir. Çünkü böyle bir oluşumun başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerini ve bölgenin uluslararası siyaset içerisindeki geleceğinin farklı yerlere çekilebilmesi durumunda Türkiye bu konuda hassasiyetini göstermiştir. Tabii Misak-ı Mili sınırları içerisinde olduğunu belirttiğimiz Musul konusunun nasıl kaybedildiği meselesi de ayrı bir tarihi konudur. Tabii bu konu Lozan’da çözülmüş bir mesele değildir. Tarihi perspektiften baktığımız zaman bu konuyu değerlendirebiliriz. Lozan’da çözülemeyen mesele Lozan’dan 9 ay sonrasına ertelenmiş, 9 ay sonra 1924 Haliç Konferansı’nda da bu konu Türk-İngiliz ilişkilerini belirleyen en önemli konulardan biri olmakla birlikte burada da çözüm bulunamayınca bu mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiştir. Ancak o günkü şartlarda Milletler Cemiyeti’nin İngiliz ve Fransız güdümünde bir yapı arz etmiş olması dolayısıyla bu meselenin Türkiye aleyhinde sonuçlanmasına sebep olacaktır. Çünkü bu Milletler Cemiyeti’nin belirlemiş olduğu komisyonun hazırlamış olduğu rapor Türkiye aleyhinedir. Belirlenen bir Brüksel hatta çerçevesinde Türkiye bu bölgeyi İsmet İnönü’nün Lozan görüşmelerinde de gündeme getirdiği bu mesele maalesef Türkiye’nin aleyhine neticelenmiş ve 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması çerçevesinde Musul’un Irak’a verilmiştir. Dolayısıyla Misak-ı Milli sınırları içerisinde olmasına rağmen bunu biz 1926 Ankara Antlaşmasında devretmek durumunda kaldık.

TÜRKİYE HAKLI GEREKÇELERLE OPERASYON DÜZENLEDİ”

Ama bugün en çok tartışılan konu o günkü şartlarda bir devlet ile yapılan bu anlaşmada Irak’ın bütünlüğünün tehlikeye girmesi durumunda Türkiye’nin kendi güvenliği ve geleceği açısından buraya müdahale etme hakkının da saklı kaldığını söyleyebiliriz. Bu durum aynı şekilde Suriye’de ki gelişmeler çerçevesinde ele aldığımız zaman da Suriye konusunda biliyorsunuz Ankara Antlaşması statüsü üzerinden yapılan bir antlaşma vardır. Tabii ilk anlaşmada Hayat ve İskenderun sancağı dışarıda kalmış olmakla birlikte Atatürk’ün hassasiyet göstermiş olduğu bu konu üzerinde diplomatik girişimlerin devam etmesi 1939’da Hatay’ın anavatana katılmasını sağlamıştır. Yine son gelişmeler çerçevesinde Suriye’nin parçalanmışlığı ve bu bölgede özellikle Türkiye’ye yakın olan bölgelerde yine Türkiye’nin geleceğine yönelik güvenlik konusunun tehlikeye girmesi hem bölge ülkelerini hem de başta Türkiye’yi ilgilendirdiği için Türkiye haklı gerekçelerle Suriye’ye operasyon düzenlemiştir.

(Haber: Ahmet GÜNEÇIKAN)

Editör: Mahmut Beyaz