18 Mart Çanakkale Zaferi’nin 102. Yıl dönümü nedeniyle gazetemize açıklamalarda bulunan Yrd. Doç. Dr. Şavkılı, Çanakkale Zaferi’ni tüm kesitleriyle ayrıntılı bir şekilde anlattı. Çanakkale Zaferi’ni onurlu bir varoluş mücadelesi olarak tanımlayan Yrd. Doç. Dr. Şavkılı, 102 yıl önce, 18 Mart 1915’de atalarımızın canları pahasına verdikleri mücadelede Kahramanmaraş’ın 238 şehit verdiğini bir kez daha hatırlattı. Çanakkale Zaferini ayrıntılı bir şekilde anlatan Yrd. Doç. Dr. Şavkılı, olayları kronolojik sıralamasından, kişiler arasında geçen diyaloglara kadar; yaşanan hadiseleri adeta yeniden yaşanmışçasına gazetemiz sayfa sütunlarına taşıdı.

Yrd. Doç. Dr. Şavkılı Çanakkale mücadelesinin sonuçlarını ve Zaferin Türk ve Dünya Tarihleri Bakımından önemini şu şekilde kaleme aldı:

I. Dünya Savaşı sürerken, Osmanlı Devleti, Mekke Şerifi Hüseyin’in isyana hazırlandığını haber alınca, Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri konumundaki Eşref Kuşçubaşı’yı görevlendirdi. Kuşçubaşı, yakın arkadaşı Mehmet Akif Ersoy ile birlikte bugünkü Suudi Arabistan’ın hâkimi olan Suudi Kralı’nın büyük dedesi İbni Suud ve diğer güçlü kabile reisi İbni Reşid’i Osmanlı Devleti ne sadık kalmaları konusunda uyarmak üzere çöle gitti. Necid çöllerinde 1916’nın başlarıydı. Teşkilat-ı Mahsusa lideri Eşref Bey, Şam-Medine arasındaki El Muazzam İstasyonu’nda telgraf başına çağrıldı. Çanakkale Savaşı başlayalı neredeyse bir yıl olmuştu. Telgrafın diğer ucunda Harbiye Nazırı Enver Paşa vardı. Şifreli olarak aldığı haber, Eşref Bey’in gözlerini yaşarttı. Düşman kuvvetleri, son tutundukları yer olan Seddülbahir’den de çekiliyordu. Düşman, Çanakkale’yi geçememişti. Zafer sadece İstanbul’un değil, Balkan Savaşlarıyla kırılan Türk Ordusunun şerefinin de kurtulması demekti. Eşref Bey, haberi ilk önce Mehmet Akif’e verdi. Çünkü Mehmet Akif, aylardır Çanakkale ile yatıp Çanakkale ile kalkıyordu. Eşref Bey, müjdeyi verdiğinde Mehmet Akif, uzun bir süre konuşamadı. Dakikalar geçtikten sonra Eşref Bey’in boynuna sarılıp hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Çanakkale Şehitleri’ni Mehmet Akif, o çölün yıldızlarla dolu gecesinde ve bu ruh haliyle yazmaya başladı. Ve tüm Hicaz yolculuğu içinde o muhteşem şiiri bitirdi. İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in;

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya…

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Dizelerinden de anlaşılacağı üzere Çanakkale tam anlamıyla bir destandır diyen Cengiz Şavkılı, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girişi ve Çanakkale Savaşı ile ilgili ise şu bilgileri verdi.

OSMANLI DEVLETİ’NİN SAVAŞA GİRİŞİ:

Bilindiği gibi boğazların milletlerarası bir problem olmaya başlaması, Osmanlı Devleti’nin “hasta adam” damgasını yemesi ve Rusya’nın Karadeniz’e doğru sarkmasıyla, yani 18.YY’ın başlarında ortaya çıkar. Rusya’nın Karadeniz’e sahildar olmasıyla başlayan sıcak denizlere inme politikası, Osmanlı Devleti’nin başına pek büyük sorunlar açtığı gibi zaman zaman diğer Avrupa devletlerini de tedirgin etmiş, hatta savaşlara yol açmıştır. 1914’de Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na girecek durumda değildi, çünkü Trablusgarp ve Balkan Savaşları tam bir facia ile sonuçlanmıştı. Bu mağlubiyetler Osmanlı’nın belini bükmüş ve henüz yaralarını bile sarma fırsatı bulamamıştı.

Osmanlı Devleti son beş yıl içinde büyük toprak kayıplarına uğramıştı. Örneğin; Bulgaristan bağımsızlaşmış, Selanik, Girit, Ege Adaları Yunanistan'a kaptırılmıştı. İtalya, Trablusgarb'ı ve Oniki Ada'yı ele geçirmiş, İngiltere Kıbrıs'ı ilhak etmişti. Dünya kaçınılmaz bir paylaşım savaşına doğru yönelirken, Osmanlı Devleti de bu savaşın dışında ya da başka bir deyimle tarafsız kalmayacağını fark etmişti. Çünkü taraflardan hangisi savaşı kazanırsa kazansın Osmanlı Devleti’nin yeniden paylaşımı kaçınılmaz bir gerçekti. Bu durumda yapılabilecek en doğru hareket, ölünecekse de savaşarak ölmekti.

Bu kaçınılmaz durumla birlikte Osmanlı Devleti kendisine müttefik aradı. İngiltere’nin parası vardı ve denizlere hâkimdi. Fransa ve Rusya da onunla beraberdi. Ancak İngilizler bizimle ittifak konusunda istekli değillerdi. Fransa da tıpkı İngiltere gibi tavır almıştı. Sonuçta, Almanya ile ittifaka karar verildi. 2 Ağustos 1914’te Sadrazam Sait Halim Paşa ile Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Baron Von Wangenheim arasında, Osmanlı-Alman Anlaşması imzalandı. Osmanlı Hükümeti, 2 Ağustos 1914 günü “silahlı tarafsızlığını” ilan etti ve 3 Ağustos'ta seferberlik uygulamasına başladı. İngiltere, Fransa ve Rusya, Osmanlı Devleti’ne tarafsız kalmasını, böylelikle toprak bütünlüğünün korunacağını garanti etmişlerdi. Ancak Osmanlı bu sözlerin tutulmayacağını bildiği için pek aldırış etmemiştir. Osmanlı’nın savaşa girmesini kimi kesim isterken kimileri de hazırlıklı olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmışlardır. Talat Bey, Enver Paşa ve Cemal Paşa ise savaştan yana tavır sergilemişlerdi.

DÜNYANIN EN PAHALI GEMİLERİNİ SATIN ALDIK”

3 Ağustos’ta Fransa’ya ve sömürgelerine karşı faaliyet için Akdeniz’de bulunan Goben ve Breslau zırhlılarına hemen İstanbul'a gitmeleri emri verilmiştir. İngilizlerin peşinden geldiği gemiler önce İzmir’e, 10 Ağustos’ta da Çanakkale’ye gelmişlerdi. Bu gemiler hükümetin bilgisi dışında Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın özel izniyle Boğazlardan geçmişlerdir.

Gemiler boğazlardan geçtikten sonra İtilaf Devletleri yaptıkları tarafsızlık anlaşmalarına göre gemilerin 24 saat zarfında Türk karasularından çıkarılmasını ya da hemen silahlarından arındırılması gerektiğini bildirerek Osmanlı hükümetini protesto ettiler. Hükümet, bunun üzerine Halil Menteşe Bey’in teklifi üzerine gemileri satın alma yoluna gitmiştir. “Bu gemiler herhalde dünyada alınan en pahalı gemilerdir.”

Almanya, tarafsız kalmak niyetindeki Osmanlı yönetimini bir oldu-bitti ile savaşa sürükleyebilmek için 21 Eylül 1914’te Enver Paşa’nın onayı ile tatbikat için Karadeniz’e açılmış olan Amiral Souchon komutasındaki Yavuz ve Midilli adı verilen bu iki gemi 29 Ekim 1914’te Sivastopol’u, ertesi gün de Odessa’yı topa tuttu. Bunun üzerine 2 Kasım’da Rusya, 5 Kasım’da İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. 11 Kasım’da da Osmanlı Devleti anılan devletlere savaş ilan ederek fiilen Almanya’nın yanında savaşa girmiş oldu. Almanya’nın Osmanlı Devleti’ni bir an önce savaşa sokmak için uğraşmasının ardında beklediği yararları ise şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Kafkas Cephesi’ne Rus kuvvetlerinin önemli bir kısmını çekerek, Almanya ve Avusturya’nın doğu ordularının yükünü hafifletmek.

2. Süveyş Kanalı’nı kapamak veya hiç olmazsa orada büyük miktarda İngiliz gücünü meşgul etmek.

3. Osmanlı hilafetinin manevi gücünü kullanarak; İngiliz, Fransız sömürge Müslümanlarını ayaklandırmak ve Rusya da Müslümanları harekete geçirmek.

ÇANAKKALE CEPHESİNİN AÇILIŞI

İngiltere, savaşın başında tarafsızlığını ilan eden Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa katılmasından sonra her an kendileri için hayati önem taşıyan Süveyş Kanalı’na saldırabileceği endişesini taşıyordu. Çünkü Süveyş Kanalı İngiliz emperyalizminin şah damarı idi. Eğer Süveyş Kanalı ve Mısır Almanya’nın desteğindeki Türklerin eline geçerse İngiliz Dünya İmparatorluğunun temelleri sarsılabilirdi.

Öte yandan Osmanlı Devleti’nin halifelik gücü eğer harekete geçirilebilirse, Müslüman nüfusa sahip sömürgelerde hem İngiliz hem de Fransız emperyalizmi için önlenmesi güç bir tehdit haline gelebilirdi. İngiltere ilk olarak Balkan yarımadasında yeni müttefikler kazanmaya ve bu suretle Türkiye’yi savaş dışı kalmaya zorlamak istedi. Ancak İngiltere’nin bu girişimi Bulgaristan’la olduğu kadar, bir takım olumlu emareler görülmesine karşın Yunanistan’la da başarısızlığa uğradı. İngiltere için Osmanlı Devleti’ne bir askerî harekâtta bulunmaktan başka bir çare kalmamıştı. Bu yüzden İngiliz Harbiye Nazırı Lord Kıtchner, Osmanlı Devleti’ni en kolay ve kestirme yoldan savaş dışı bırakabilmek için stratejik hedef olarak gördüğü İstanbul’a ulaşabilmek gayesiyle Çanakkale’ye bir askerî gösterinin tertiplenmesi gerektiği fikrini ortaya attı. 23 Kasım 1914 tarihinde yapılan kabine toplantısında Bahriye Nazırı Churchill ise; Osmanlı Devleti’nin savaş dışı bırakılarak savaşın daha geniş bir alana yayılmasını önlemek, gibi gerekçelerle, Çanakkale’ye taarruz edilmesi fikrini savundu ve bu fikrini kabineye de kabul ettirmeyi başardı.

NEDEN ÇANAKKALE

Aslında Neden Çanakkale? Sorusunun cevabını Alman Generali Falkenhayn’ın; “Karadeniz ile Akdeniz arasındaki Boğazlar Antant Devletlerine kapanmazsa Almanya ve müttefiklerinin zafer elde etmeleri zorlaşır. Boğazlar açık kaldıkça İngiltere ve Fransa ile Ruslar arasında irtibat devam eder ve Ruslar ayrı kalmaktan kurtulurlar. Boğazların açık bulunması onlar için askerî zafer kadar önemlidir” şeklindeki açıklamasında aranmalıdır.

Çanakkale Savaşı arifesinde Padişah ve Osmanlı Hükümeti de İstanbul’un işgal edileceği endişesi içindeydi. “Ya düşman Çanakkale’yi geçerse, maazallah, İstanbul’da ne kubbe kalırdı, ne de minare.” Bundan dolayı hükümet, halkın morali bozulmadan İstanbul’un savunulmasını güçlendirmek için ilave önlemler almaya başladı. Bu önlemler içinde 28 Şubat 1915 tarihli iki karar dikkat çekicidir. Kararlardan birincisi, İstanbul şehri bombardımana maruz kaldığı zaman şehrin muhtelif ihtiyaçları için sarf edilmek üzere, o sırada valilik görevini yürütecek olan polis genel müdürü emrine örtülü ödenekten 3.500 altın liranın verileceği; İkincisi, düşmanın Çanakkale Boğazı’ndan geçmesi durumunda İstanbul’da gayrimüslimlerin görevlerini bırakabileceklerinden telefon haberleşmesinin aksamaması için 2.000 altın liranın tahsisi ile ilgilidir.

HALK HER AN DEVLETİNİN YANINDA OLDU”

Öte yandan her kesimden halk da savaş sürecinde devlete katkıda bulunmak için çeşitli yardım kampanyaları başlatmıştır. Bunlardan ilginç olanlarından biri basında “Kahraman Mehmet Çavuş için” başlığı ile halka duyurulmuş ve bunun sonucunda İstanbul’daki çeşitli zevattan 148.956 kuruş, Musul halkından 25 bin kuruş, Çankırı halkından ise 2.000 kuruş yardım toplanmıştır. Hilâl-i Ahmer İstanbul Hanımlar Merkezi ise; vatan savunmasına giden erkeklerin arkalarında bıraktıkları ailelerine yardımlarda bulunmayı, savaşta yaralanmış gazilerin tedavisi ile ilgilenmeyi ve askere çamaşır yetiştirilmesi için her gün akşama kadar göreve davet ettikleri kadınlarla dikiş dikmeyi adeta bir vatan borcu bilmiştir.

Aynı günlerde Başkomutan Vekili Enver Paşa, sabık Sultan II. Abdulhamit ile görüştü. Enver Paşa II. Abdulhamit’e, Sultan Reşat’ın selamını ilettikten sonra “Ahval-i hazıra dolayısı ile zat-ı şahanelerinin Konya’ya nakil buyurmaları münasip görülüyor. Tabiidir ki, zat-ı humayunları da burada kalamazsınız. Konya’da ikamet buyurmanız için münasip bir yer temin edilmiştir. Hareket zamanı ayrıca bildirilecektir” dedi. Ancak sabık Sultan II. Abdulhamit; “Çanakkale topa tutuluyor diye bir hükümdar mevkiini terk eder mi? 93 Muharebesinde (1877-78) düşman orduları İstanbul surlarının önüne geldiği halde ben böyle bir şeyi aklıma bile getirmedim” diyerek teklifi reddetmiştir.

DENİZ SAVAŞLARI

33 mil (53 kilometre) uzunluğunda, 5.000 metre genişliğinde olan Çanakkale Boğazı, üç boğumdan oluşuyordu. Boğazın en geniş yeri 7.500 metre ile Erenköy bölgesi, en dar yeri ise Çanakkale şehrinin bulunduğu yer olup 1.300 metredir. Deniz derinliği ise 45 ile 100 metre arasında değişmektedir.

1914 yılının Ağustos ayının başında savaş Osmanlı Devleti’ni de tehdit etmeye başlayınca başkomutanlık Çanakkale’deki mevcut kuvvetleri takviye etme kararı aldı ve Tekirdağ’da bulunan 3. Kolorduyu Gelibolu’ya gönderilerek, Çanakkale çıkarmalarına karşı görev almasına karar verildi. Kolordunun komutanı Balkan Savaşı’nda (Yanya’da) savunması ile adını duyurmuş olan Tuğgeneral Esat (Bulkat) Paşa idi. Kolordunun kurmay başkanlığını Kurmay Yarbay Fahrettin (Altay) yapıyordu. 3. Kolordu 19. Tümenin başında ise Kurmay Yarbay Mustafa Kemal (Atatürk) vardı. Ancak Çanakkale’deki esas savunma hattı 1914 Eylül ayında Boğaz tahkimat görevi kendisine verilen Alman Amiral V. Usedom ve Çanakkale Müstahkem mevki komutanlığına getirilen Tuğgeneral Cevat (Çobanlı) Paşa tarafından hazırlanan plana göre yapıldı.

Düşman donanmasının uzaktan serbestçe merkez tahkimatını ateş altına almasını önlemek için Gelibolu’daki tabyalar obüs, havan ve top gibi silahlarla donatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca Çanakkale’deki mevcut mayın hatları da takviye edilmişti. 13 Mart 1915 itibariyle mayın adedi 344’e, mayın hattı sayısı da 11’e yükseltildi. Mayınlar sayıca az olduğu için 70-80 metre ara ile dökülmüştü. Bu tesir bakımından amaca uygun değildi. Mesafenin kısaltılması için serseri mayınların kullanılması düşünülüyordu. Öte yandan İngiliz mayın tarama gemileri tarafından temizlendiği düşünülen sahalara da yeniden mayın dökülmesine çalışılıyordu. Bu amaçla Çanakkale müstahkem mevki komutanı Cevat Paşa, Kepez’in ilerisindeki mayın hatlarında açılan gedikleri kapatmak için hazırlığa başladı. 17/18 Mart gecesi Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey aldığı emir doğrultusunda Nusret mayın gemisi ile bu mayınları denize dökmüştür.

İNGİLİZ VE FRANSIZ DONANMASI 26 MAYINI GEÇEMEDİ

Nusret mayın gemisinin döktüğü bu 26 mayın ile ilgili olarak Cevat Paşa’nın gördüğü şu rüya nakledilir: “Müstahkem mevki komutanı Cevat Paşa, o gece geç vakit yatağa girdi. Çok yorgun ve huzursuzdu. Hemen dalıverdi. Rüyasında Allah tarafından buyruldu ki: “Ey Cevat, sen Müslüman Türk topraklarının kumandanısın. Bu topraklar üzerinde yaşayan sizler, benim kelamıma hürmet ve tazim ederseniz. Size müjdeler olsun ki yakında zafere müyesser olacaksınız. Denizin üzerine bak. Dönüp denize baktı. Denizin üstü bir nurla kaplıydı. Denizin üzerinde çiçeklerle bezenmiş “Kef’ ve “Vav” harflerini gördü.” Ardından da uyandı. Ölen kızı Bedile Hanım’ın mezarına gitti. Defne dallarıyla tezyin edilmiş mezar taşının başında duasını okudu. Tam ayağa kalkacağı sırada, rüyasında aşina olduğu sesi burada da işitti: “Ey Cevat, depolardaki 26 mayını denize döşe.” Dönüp ardına baktığı zaman kimsecikleri göremedi. Bulunduğu yerden gitmeye başlamıştı ki pir yüzlü bir zat karşısına dikildi. Paşa’nın kolundan tutarak “bir derdiniz mi var” dedi. Paşa bir çırpıda rüyasını anlattı. Pir yüzlü zat, biraz düşündükten sonra rüyayı şu şekilde yorumladı:

“Kâfirler hiçbir zaman bu topraklara hâkim olamayacaklardır. Deniz üzerindeki nur zaferin işaretidir. Bu nişaneyi hazırlayan “Kef ve “Vav” harfleridir. Ebced hesabında gördüğün ve tarif ettiğin “Kef harfi 20, “Vav” ise 6 rakamını bildirir. Bu iki sayıyı topladığınız zaman 26 rakamı ortaya çıkar. Bu 26 mayını hemen denize döşeyin ki zaferinize sebep olsun.”

Gerçekten de daha önce Boğaz’a döşenmiş bulunan 377 Alman mayının arasından hiç yara almadan geçen İngiliz ve Fransız donanması, Cevat Paşa’nın rüyası üzerine Nusret Gemisi tarafından döşenen bu 26 adet mayını geçememiş, darmadağın olmuştur.

İNGİLİZ BAHRİYE NAZIRI CHURCHİLL’İN ACIMASIZ RUH HALİ

İngiliz Hükümeti, 16 Mart 1915’de Amiral Carden’i hastalığını bahane ederek görevinden aldı ve yerine Amiral J. M. De Robeck’i atadı. Donanmanın üst kademesinde yapılan bu atama harekât plânında bir değişiklik meydana getirmedi. Bilâkis büyük saldırıların 18 Mart’ta gerçekleştirilmesi kesinleşti. Herkes zaferden emindi. İngiliz Bahriye Nazırı Churchill böbürlene böbürlene; “Çanakkale’ye Quin Elizabeth’ı bile gönderdik. Bu dritnot yalnız İngiltere’nin değil, bütün dünyanın en korkunç zırhlısıdır. Tabyalar da ne demek onu birkaç yaylımıyla (Çanakkale) topraklarını altını üstüne getireceğiz. Bu kadar mutlu olduğum için Lanete uğrayabilirim. Bu savaşın her anında binlerce kişinin öleceğini biliyorum ama yine de elimde değil. Yaşadığım her andan zevk alıyorum diyordu.

Taarruza İngiliz ve Fransız donanmasına bağlı 16 gemi katıldı. Saat 11.30’dan itibaren altı büyük İngiliz savaş gemisi ve bunlar arasında özellikle Queen Elizabeth gemisi, tabyanın ateş menzilinden uzakta durarak Çanak ve Kepez Burnu’ndaki savunma tesislerini yoğun bombardıman altına aldı. Tabyalar üzerinde yoğun duman bulutları yükselmeye başladı. Fakat İngiliz-Fransız gemilerinin bulunduğu sular da ateş altındaydı. Boğazın her iki kıyısındaki obüs ve havan bataryaları mevzilerinden bir mermi yağmuru gemilerin üzerine yağdı. Agamemnon isabet aldı, Inflexible’nin pruve direğinin üçayağı koptu, köprü üstünde yangın çıktı. 18 Mart günü saat:17:45’de deniz taarruzu sona erdiğinde düşman kuvvetlerinin aralarında Seyit Onbaşı’nın açtığı top atışı sayesinde batan Ocean gemisi başta olmak üzere üç zırhlısı batmış, iki zırhlı kullanılamaz hale gelmiş, diğer bir çok gemileri de aylarca tamire muhtaç hale gelmiştir.

KARA SAVAŞLARI ( 25 NİSAN- ARALIK 1915)

18 Mart bozgunu İtilaf devletlerine, karadan destek almaksızın yalnız deniz kuvvetleriyle boğazın geçilemeyeceğini gösterdiğinden General Hamilton emrinde bir çıkarma ordusu hazırlanmıştı. Limmi Adası’nın Mondros Limanı’nda ve yöredeki Yunan Adaları’nda toplanan 80.000 kişilik bu ordu; 16 zırhlı, 36 mayın gemisi, 12 kruvazör, 2 hastane gemisi, 17 muhrip, 86 nakliye gemisi, 12 denizaltı, 222 çıkarma gemisi, 1 uçak gemisi, 2 tamir gemisi, 1 Balon gemisi ve 42 uçak’a sahipti.

Kara savaşları Seddülbahir bölgesi ve Arıburnu-Çonkbayırı olmak üzere başlıca iki ana bölgede gerçekleşmiştir. Seddülbahir bölgesinde Morto Limanı Sahili, Zığındere Koyu, İkiz Koyu Sahili, Kirte ve Teke Koyu Sahili’nde çok şiddetli muharebeler yaşanmıştır. Ayrıca Arıburnu-Çonkbayırı’nda ise yine göğüs-göğüse mücadeleler verilmiştir.

ÇANAKKALE SAVAŞI İLE İLGİLİ ATATÜRK’ÜN BİR HATIRASI

Bu bölgede yapılacak savaşların sonuçlarının Türkler lehine olmasında bir kişi önemli rol oynayacaktır. İngiliz yazarı Alan Moorhear, Gelibolu kitabında şunları yazar: “O genç ve dahi Türk şefinin o esnada orada bulunması, müttefikler bakımından, talihin en acı darbelerinden biridir.”

Daha sonra bir misyonu yüklenerek Türk milletinin geleceğinde önemli roller üstlenecek bu kişi Mustafa Kemal ATATÜRK’ten başkası değildir.

Mustafa Kemal Kocaçimen Tepesi’ne geldiğinde durum hiç de iç açıcı değildi. Çünkü bulunduğu yerden düşman gözükmüyordu. Yanına yaveri ve bir iki subayla Conkbayırı’na ilerledi. Mustafa Kemal ATATÜRK bizzat kaleme aldığı Anafartalar hatıralarında o anı şöyle anlatmaktadır: “Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı’na doğru koşmakta daha doğrusu kaçmakta olduğunu gördüm. Bizzat bu askerlerin önüne çıkarak:

Niye kaçıyorsunuz? Dedim.

Efendim, düşman!... dediler,

Nerede?

İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

O zaman artık bunu bilmiyorum bir muhakame-i mantıkiye midir? Yoksa sevki tabii ile midir? Bilemiyorum. Kaçan askere:

Düşmandan kaçılmaz! Dedim.

Cephanemiz kalmadı! Dediler,

Cephaneniz yoksa süngünüz var dedim ve süngü taktırdım, yere yatırdım.

Bu asker süngü takıp yere yatınca düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an bu andır.

Mustafa Kemal bu emrini verdikten sonra yanındaki subayları göndererek Kocaçimen de beklemekte olan birliği (57. Alayı) getirmelerini istedi. Birlik geldiğinde M. Kemal’in emri şuydu.

-“Size ben taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum... Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler ve başka kumandanlar alabilir...”

O günkü savaşta düşman tekrar sahile kadar çekilmek zorunda kalmıştı. 57. Alayın erlerinden subayına kadar hepsi o gün şehit düştü. İşte o askerler öldürmeyi ve ölmeyi bilen askerlerdir.

Çanakkale Savaşları aynı zamanda Türk askerinin kıvrak zekâ örnekleriyle de doludur. Bunlara Cevat Paşa’nın bir emirle, memleketten soba boruları toplatarak, asker ve top namlusu şekline getirtip, siperlere koydurmasını ve Mehmet Muzaffer olayını sayabiliriz. Mehmet Muzaffer Kamyon ve otomobil lastiği temini için komutanları tarafından İstanbul’a gönderilmiş, Harbiye Nezaretinden gerekli parayı temin edemeyince, oturup sabaha kadar yüz liralık bir taklit para yapmış ve bu para üzerinde olması gereken “ Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır.” İfadesi yerine “ Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.” Yazmıştı. İşte Mehmet Muzafferin bu taklit parada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı olsa gerek.

ÇANAKKALE SAVAŞLARI’NIN SONUÇLARI

Çanakkale Savaşlarının kuşkusuz Türk ve Dünya tarihi açısından birçok önemli sonuçları vardır. Bu savaşların bizim açımızdan taşıdığı önemi kısacası şöyle sıralayabiliriz: I. Dünya Savaşı’nın bitişi en az iki yıl daha gecikmiştir. Türk orduları, sadece cesaret ve kahramanlık bakımından değil, askeri sevk ve idare yeteneğinin de en seçkin örneklerini vermiştir. Çanakkale savaşları sırasında Türk ordusunun yok olmaya yüz tutan prestiji, moral gücü, yeniden ve hızla yükselmiştir. Çanakkale’de kazanılan zaferler, İstanbul’daki hükümetin iktidarda kalış süresini uzatmıştır. Almanya’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nda var olan nüfuzu, bu zaferler sonunda daha da artacaktır. Bu savaşlar boyunca şehitler, kayıplar, esirler, hastalanıp ölenler dâhil toplam zayiatımız, 250.000 iki yüz elli bine (Genelkurmayın rakamı 213.882) ulaşmaktadır. Çanakkale Savaşları’nda Türk milleti, binlerce aydınını ve okumuşunu yitirmiştir. Çanakkale savaşları, dünyaya, Türk’ün tükendiği sanılan gücünün henüz tükenmediğini, şartlar ne kadar zor olursa olsun bu milletin daha çok şeyler başarabileceğini göstermiştir.

ÇANAKKALE’DE ATALARIMIZ SAVAŞINDA BİR AHLAKI OLDUĞUNU TÜM DÜNYAYA GÖSTERMİŞTİR

Bu savaşlar sırasında ilginç bir gelişme olmuş, düşman askeri ile Türk askeri arasında dostluk denmese de, garip bir yakınlık ve saygı duygusu doğmuştur. Savaşın da bir ahlakı vardır aslında… Savaş ahlakı da olur mu demeyin, olur elbette… Bizim milletimiz her zaman savaş ahlakını ön planda tutmuştur. Ecdadımız hiçbir zaman çocuklara ve kadınlara dokunmamıştır. Aman dileyen ve teslim olan yaralıları tedavi etmişlerdir. Bu insani tavır ve davranışlarımızla düşmanların bile övgüsüne mazhar olmuşuz.

Böyle bir duruma Çanakkale’de şahit olan Avustralya Genel Valisi Lord Casey’in anlattığı şu hadise dikkate değerdir: “Bir gün Türklerle çok şiddetli bir çarpışmaya girdik, adeta göğüs göğüse idik. Her iki taraf da çok can kaybı vermişti. Aramıza biraz mesafe koymak için siperlerimize dönmek istedik; büyük bir bölümümüz yerlerinizi almıştık. Bir İngiliz teğmen iki siper arasında, nerden atıldığı belli olmayan bir top mermisi ile bacağını kaybetti ve orada yığılıp kaldı. Feryat ediyordu, bizim siperlerden kimse kalkıp onu oradan almaya cesaret edemedi. Bekliyorduk… Bu arada Türk siperinden bir asker mevziinden ayağa kalktı; elindeki tüfeğini siperin önüne koydu. Uzun boylu, bıyıklı, bu yiğit asker, ağır adımlarla yaralı subaya yürüdü. Durumu kavradım. Bizim siperlerdeki askerlere kesinlikle ateş etmemelerini söyledim, Türk askeri yaralı subayı kucağına alarak bizim siperlerin önüne getirdi ve yere yavaşça bıraktı... Türk askeri arkasına dönerek, yine ağır adımlarla mevzinin önüne koyduğu tüfeğini alarak siperine girdi. ‘Tanrım, bu ne cesaret, bu ne asalet, bu ne ruh gücü’ demekten kendimi alıkoyamadım. Biz çok kahraman bir milletle savaştık.”

18 Mart 1915'teki Çanakkale Deniz Savaşı ve onu takiben bir yıl süren Gelibolu Yarımadası'ndaki kara savaşları, "Çanakkale ruhu"nu yansıtır. Çanakkale'yi Çanakkale yapan aslında milletimizin sarsılmaz imanı ve diriliş ruhudur. Çanakkale bir destandır. İstiklal şairimiz Mehmet Akif ERSOY’un İstiklal Marşı’nda vurguladığı;

Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı:

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Düsturundan hareketle bizlere düşen görev Çanakkale Zaferi’nin 102. yılını büyük bir gururla kutladığımız bu günde topyekûn olarak vatana sahip çıkmak olmalıdır. Bu muharebelerde yaşamını yitiren tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyor, ruhları şad olsun diyorum.

Haber: Kübra Dilbirliği

Editör: Mahmut Beyaz