14 Temmuz 2019 Pazar günü bir grup dostla Çardak Kasabası’na kültürel bir seyahat gerçekleştirdik. MAKSAT-DER (Kahramanmaraş Kültür-Sanat-Tarih-Araştırma ve Geliştirme Derneği) Başkanı Tarihçi Yazar Ali Gemci, yine derneğin yönetim kurulu üyesi Mehmed Akif Edikli, Çardaklı Çeçen dostum Saim Işık ağabey ve naçizane şahsımdan oluşan bir ekiple Çardak Mezarlığı’na Maraş’ın tarih ve kültürüne yeni bir kapı aralamak için azimet eyledik.

Şeyh Adil Mezarlığı Tarihî Mezar Taşları’nı içeren bir çalışma (Bâb-ı Ukbâ) yaptığımız için zaman zaman memleketin çeşitli yerlerindeki mevcut mezar taşları ile ilgili bilgi ve fotoğraflar eş, dost ve sevenler tarafından şahsımıza ulaştırılmaya başlandı. İşte Göksun-Çardak Çeçen Mezar Taşları ile ilgili bilgiye de bu süreç çerçevesinde geçen yıl yine Saim Işık ağabeyimin ve bu mevzuya oldukça ilgili öğretmen bir Çeçen dostunun (Emin Bey) beni haberdar etmesi ve taşların fotoğraflarıyla beni tanıştırmasıyla ulaşıldı. Fotoğrafları gördüğümde bana çok ilginç gelmiş; Maraş ve çevresindeki taşlardan çok daha farklı bir tarz ve estetikte olduğunu müşâhede eylemiştim. Lakin geçen yıl bir türlü gitmek nasip olmadı. Nasip bu güne imiş…

Göksun’undan Elbistan yoluna geçip, Çardak yoluna döndükten kısa bir süre sonra Maraş Milli Mücadelesinin lideri merhum Gazî Arslan Bey’imizin çiftliğinin ve mensubu olduğu Fındık Köyü’nün yanından geçerken kendisini ve Maraş şehid ve gazîlerini rahmetle yâd ettik. Fındık Köyü Adatepe Barajı’nın bölgeyi kaplayacak olması dolayısıyla eski yerinin karşısına taşınmış.

Yol boyu Ali Gemci Ağabeyimizi hiç susturmadan, Maraş Tarih ve kültürüne ait geçmişten günümüze birçok konuyu kendisine has uslûbüyle anlattırdık. Çardak’ta gezi boyunca misafiri olduğumuz, kendisinin de bize mihmândâr olduğu Saim ağabeyimin evinde mükellef bir kahvaltı, Kafkas geleneğine ait çeşit çeşit ekmekler eşliğinde yapıldıktan sonra Çardak Mezarlığına doğru adımladık.

Tamamen etrafı dağlarla çevrili doğanın içerisinde, Adatepe Barajını seyreden bir mevki Çardak… Çardak’ın iki tane mezarlığı var ve ikisinde de tarihi mezar taşları mevcut. Şu an kullanılan ve büyük olanı Cücüktepe Mezarlığı… Diğeri ise Aşağı Mezarlık veya Eski Mezarlık diye anılan en eski mezarlığı… Biz Cücüktepe ile başladık.

Önce Rus-Çeçen Savaşı’nda şehid olmuş bir Çeçen mücahidin; ardından da, Çeçenistan için önemli bir alîm şahsiyet olan ve ilerlemiş yaşına rağmen Çeçen Cihâdına katıldıktan sonra 2016 yılında Fransa’da sürgünde iken 82 yaşında vefat ederek cenazesi Çardak’a getirilen Şeyh Ebubekir’in (Abubakar) mezarını ziyaret ederek Kur’an okuduk. Ayrıca 2013 yılında Ankara’da suikastla şehid edilen Çeçenistan Fahri Başkonsolosu Medet Ünlü’nün de mezarının orada olduğunu gördük, onu da ziyaret ettik. Bu tarihî mezarlığın aynı zamanda çağımız Kafkasya-Çeçenistan şehidleri için de bir kabristan haline geldiğini gördük.

Çardak Tarihî Mezar Taşları İncelemesi…

Gerek Cücüktepe Mezarlığı, gerekse de Aşağı (Eski) Mezarlıktaki mezar taşları kendine has özgün bir karakter taşımaktadır. Aşağı mezarlık Çeçenlerin Kafkasya’dan ilk geldiklerinde kurdukları ve Kafkasya’da doğup yaşamış, Şeyh Şamil’le birlikte mücadele vermiş neslin kurduğu ve defnedildiği mezarlık. En eskisi 1295 yılına (Hicrî ise 1878, Rumî ise 1879-80 yılı) kadar uzanan bu mezar taşlarının bir kısmı abidevî bir tarzda hazırlanmış olup; gerek motif ve işaretleri, gerekse yazım tarzı Kafkasya Müslümanlarının kendilerine has uslûblerini taşıyor.

Bazıları dikdörtgen prizma şeklinde ön ve yan yüzeyleri işlenmiş olan taşlar; bu haliyle aklıma Orhun (Köktürk) Abıdelerini ve balbalları getirdi. Boyut ve yazın olarak tabi ki onlarla kıyaslanması mümkün olmamakla birlikte görünümün bende bıraktığı intibâ bu şekilde oldu. Dikili taş geleneğinin eski çağlarda Mısır’dan Roma’ya, Orta Asya’dan Kore’ye kadar uzanan geniş bir alanda yaygın olduğunu düşündüğümüzde, tam bu kıtaların arasında önemli bir kültür geçiş koridorunda olan Kafkasya’nın bu gelenek dışında kalması imkânsızdır. Zaten bölge tarih boyunca İskitler’den beri birçok Türk boyu ve devletinin hem yerleşim, hem geçiş bölgesi olmuştur.

Taşların ön yüzeyleri; etrafı çeşitli motiflerle süslenmiş bir çerçevenin içerisine satır satır işlenmiş hatt yazısıyla donatılmış. Yazılardaki tahribat maalesef ileri düzeyde. Tamamının okunmasını imkânsız kılıyor. Yine de bir kısım isimleri, vefat tarihlerini, terkip ve duaları tespit edebiliyoruz. Bir kısmında besmeleler ve genelinde mağfiret duaları terkiplerin esasını içeriyor. “Allah” lafza-i celâli hemen her taşta muhakkak işlenmiş durumda. Taşların tamamında dönemin ölçüleri içerisinde hilâl-yıldız muhakkak işlenmiş. Hilâlin açık uçları aşağı bakar ve ortasında yıldız bulunur şekilde…

Bazı taşların yan taraflarında “tuğ”lar işlenmiş. Uzun bir mızrak sopasının ucuna yakın yerde aşağı sarkan at kuyruğu veya flama şekli varken, ucundaki alem kısmında kendine özgü ayrı bir motifle (tamga) karşılaşıyoruz. Saim Ağabey, burada devreye girerek Çeçenlerin her kabilesinin (boyunun) kendine has bir tamgası olduğunu, bunun da o boylardan birinin simgesi olduğunu söyleyerek aydınlatıcı bir bilgi verdi. Yine bir taşın üzerindeki tam tepe noktasında bulunan belirgin halde özel şekil verilmiş başlıkvarî unsurun, şahsın kabile içerisindeki ayırıcı rolünü veya liderliğini ifade ettiği izlenimi vermektedir.

Bölgenin verdiği imkânlar nisbetinde taşların cinsleri farklılık arz ediyor. Mermer içerikli taşlar, kayaçlar, kireç taşları genel yapı malzemeleri. Yontularak mezar taşı haline getirilmiş isimsiz ve işaretsiz taşlar da mevcut. Ayrıca ilk kez şahit olduğum kamalak, ardıç gibi özlü ve dayanıklı ağaç gövdelerinden şekil verilerek mezar taşı olarak dikilmişleri de azımsanmayacak derecede mevcut. Bunların üst kısımları bir kafa veya yüz şeklini andırır şekilde yontulmuş. Geçen yıl gördüğüm fotoğraflarda bunların oymacılık tekniği ile işlenerek yazılı ve motifli hale getirilmişleri de mevcuttu. Ancak bu gidişimizde onlara maalesef rastlayamadık. Muhtemelen çürüyüp toprağa karışmışlardır. Bu ağaç olanlar, devrin imkânları sebebiyle taş dikilememesinden mi kaynaklandı, yoksa mezarlıktaki bayan mezar taşlarının yüzdelik olarak çok düşük olması göz önüne alındığında, acaba kadın mezar taşları geleneksel olarak ağaç malzemeyle mi dikildi, şimdilik kesin bir şey söylemek mümkün değil.

Tespit edebildiğimiz en geç tarihî mezar taşı ise 1366 (1947) yılına ait. Yani Harf İnkılâbının 19 yıl sonrası. Aynı duruma Şeyh Adil Mezarlığında ilk kez rastlamış, çok sayıda 1928 yılı sonrasına sarkan Osmanlıca Mezar Taşının mezarlıkta olduğunu tespit etmiştim. Daha sonra Kürtül Hacı Dedeler Obası mezarlığında 1931 tarihli Osmanlıca mezar taşına rastlamıştım. Çardak bu konuda tespit yapabildiğim üçüncü mezarlık oluyor. Artık şu aşamadan sonra zann-ı galible ifade edebilirim ki, Maraş ve mülhâkatındaki çeşitli köy ve yerleşim yerlerinde Harf İnkılâbına rağmen Osmanlıca Taşı dikme geleneği birkaç on yıl daha devam ettirilebilmiştir.

Çardak’ın bu iki mezarlığındaki tarihî mezar taşları (ağaç olanlar hariç) onlarca… Fotoğrafları arşivimizde ham halde bulunduğu ve üzerinde henüz çalışmaya başlamadığım için tam sayısını şu an için veremesem de tespit ettiğim yazılı olanlarının 20-30 arası bir rakamı bulacağını düşünüyorum. Bunların da her geçen sene doğanın tahribatı içerisinde daha da azalacağı; belki bir çeyrek asır sonrasına ancak bir iki tanesinin ancak kendisini taşıyabileceği muhakkaktır.

Aşağı (Eski) Mezarlık içerisinde araştırma yaparken gözümüz mezarlığın dışındaki ilginç bir mimarîye takıldı. Görür görmez hafızam bu mimarînin bana ne olduğunu hatırlattı. Bir vatandaş, evinin bir duvar köşesine eve bitişik halde ortalama 20 m. boyunda bir kule inşa ettirmişti. Dışı üst üste bindirilmiş, yassı taşlarla örülen bu kule aşağıdan yukarı doğru simetrik olarak daralan, dörtgen şekilli belirli aralıklarda mazgalları ve en tepe kısmında yine dört bir yana bakan pencereleri ve kendine has uslûbuyla kubbesi bulunan bir yapı…

Bu yapı aslında Kafkas halklarının, özellikle Çeçenistan Kalgay Kabilelerinin Ruslar’a ve diğer düşmanlarına karşı arazide belirli aralıklarla kurdukları gözetleme ve savunma kulelerinin birebir modeli idi. Bununla ilgili ilk bilgimi çocukluğumda okuduğum ve daha sonraki yıllarda da tekrar okuduğum Tarık Mümtâz GÖZTEPE merhumun 1961 basımlı “İmam Şamil” adlı eserinde edinmiştim. Kitapta; “Surhay Kule” içindeki Çeçenlerin Rus taburuna karşı günlerce direndiği, çok zayiat veren Rusların en sonunda top ateşi ile kuleyi çökerterek içindekileri ancak şehid edebildikleri destandı bir tarzda anlatılıyordu. Kültürel zenginliğimiz ve tarihi hafızamız açısından da ayrı bir değer taşıyan böyle bir kule örneğiyle Çardak’ta karşılaşmış olmak bize ayrı bir mutluluk verdi.

Çardak Merkez Camisi, Çeçenlerin Kafkasya’dan ilk geldikleri zaman kurdukları en eski camileridir. Caminin orijinal mihrâb kitâbesi 1302 (1886) tarihini taşıyor. Bunun da mezarlık ta tespit ettiğimiz en eski mezar taşıyla aynı yıllara denk geliyor olması, kasabanın tarihî derinliğini algılamamıza yardımcı oluyor. Görüştüğümüz cemaat bize Kafkasya’dan geliş tarihlerini 1864 yılı olarak ifade ediyorlar ki, bu ifade hem Şeyh Şamil’in esir düştüğü 1859 yılıyla, hem de Büyük Çerkez Sürgününün yapıldığı 1864 yılıyla tevâfuk düşüyor.

Mâ’lûm olduğu üzere Şeyh Şamil (İmam Şamil), Kafkas halklarından Avarlara mensûb olup; Rusların; Çariçe 2.Katherina zamanında 1770’de Kırım’ı düşürdükten sonra, Kuban ve Terek Irmaklarını geçip Kafkasya’yı istilâ sürecine başlamalarıyla, Rus ordularına karşı başlatılan mücadelenin en meşhur ve sembol ismidir. Kafkasya’nın Avar, Çeçen, Çerkez, Lezgi gibi çok çeşitli Müslüman halkının direnişi 18.yy. sonlarından itibaren İmam Mansur’la başlamış, İmam Gazi Muhammed’le kesafet kazanmıştı. Çeçenler ise bu istiklâl Mücadelesinin lideri ve ana unsuru olmuşlardı. İmam Gazi Muhammed Gimri Müdâfaası sırasında 1832 yılında şehid düştüğünde, Şeyh Şamil de çok ağır ve ölümcül yaralar almıştı. Yaklaşık 40 gün yarı ölü halde yatan Şeyh Şamil, bu süre zarfında Çeçenistan ormanlarının içindeki bir mağarada hâzık Çeçen hekimlerin Kafkasya’nın bir bir çeşit şifalı otları ile yaptıkları ilaçlarla ve başından bir an olsun ayrılmayan muhtereme annesinin dualarıyla gözlerini açmış ve kendine geldiğinde ilk konuştuğu; “-Ana namaz vakti geçti mi?” sorusu olmuştu. Çilekeş anne de “-zararı yok oğlum, kaza edersin” diyerek cevap vermişti.

Gazi Muhammed’in şehadetinden sonra Kafkasya’nın liderliğine geçen İmam Hamzat’ın da kısa bir süre sonra camide şehid edilmesinden sonra, mücadelenin liderliğine seçilen Şeyh Şamil; 1859’daki esaretine kadar yaklaşık 25 yıl Kafkasya’yı Rus ordularına mezar etmiş, nice çarın kahrından ölmesine sebep olurken, forslu ve meşhur Rus general ve mareşallerini de perişan etmişti.

Şeyh Şamil; Nakşibendi silsilesinin sadât-ı kiramlarından olan Mevlânâ Halid-i Bağdadî hazretlerinin halifelerinden olup, Kafkasya’da Nakşibendîliğin Müridizm kolunun da kurucusudur. İsminin başında bu sebeple “Şeyh” ünvânı da bulunan İmam Şamil’in bu uzun direnişinde tasavvuf, Kafkas halklarının mücâdele azmi üzerinde mühim tesir yapmıştır.

Kafkasya’daki bu mücadele maalesef Osmanlı’dan beklediği askeri ve teknik yardımı bir türlü elde edememiştir. 18.yy.ın son çeyreğinden itibaren çok güçlenen Rusya karşısında sürekli mağlubiyet ve toprak kaybına uğrayıp inhitât dönemine giren Osmanlı, doğu cephesi olan Kafkasya’ya yardım elini bir türlü uzatamamıştır. Bunun başlıca sebepleri; elini uzatamayacak derecede zayıf düşmüş olması, malî çıkmazlar, azınlık isyanları, Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanının getirdiği tahribat, sanayileşen Avrupa ve Rusya karşısında her açıdan gerileyerek küçülmemiz gibi sebepler Kafkasya’nın da kendi başının çaresine bakma zorunluluğunu doğurmuştu. Karadeniz’den gönderilmek istenen yardımların Rus Donanması tarafından engelleniyor oluşu da deniz muvasalatına imkân bırakmamıştır. Neticede Kafkas direnişinin; Şeyh Şamil’in esaretiyle uzunca bir süre kesintiye uğraması, Rusların Kafkaslar üzerinden güneye sarkarak Erzurum-Kars hududuna inmelerine yol açmıştı.

19. asrın en büyük İslâm kahramanı olan Şeyh Şamil; Rusya’nın Kaluga şehrinde kızıl saç ve sakallarını bembeyaz yapan 10 yılı aşkın bir esaretin ardından Rus Çarının izin vermesiyle Hicaz yolculuğuna çıkar. İlk durak olarak İstanbul’a gelen Şeyh Şamil’in, kendisini rıhtımda karşılayan Sultan Abdulaziz’in uzattığı elini sıkarken söylediği;

-Yıllarca, bu elin bize Kafkasya’dayken uzanmasını bekledim” sözü tarihe geçmiştir. Hac vazifesini yerine getiren bu büyük kahraman aynı sene Medine’de vefat ederek Cennet’ül Bakî Kabristanına defnedilmiştir (1871). Kendisinin Hicaz’da bulunduğu sene Hacc-ı Ekber olmuş, Müslümanlar bu büyük kahramanla tanışmak için izdiham derecesinde ilgi göstermiştir. Sonunda; bulunan çözümle Şeyh Şamil’in, Beytullah’ın tepesine çıkarılarak huccâc tarafından temaşa eylenmesi sağlanmıştı. (Rahmetullahi aleyh)

Çardak Merkez Camisindeki cemaat, Maraş Milli Mücadelesinde Evliya Efendi ile birlikte Taşhan’da şehid düşen Çeçen Şahin’i de unutmamış. Bir farkla… Bizim kaynaklarımızda Şahin diye geçiyor, onlar Şahan diye anıyor. Çeçen Şahin; Maraş Milli Mücadelesine arkadaşlarıyla birlikte Çardak’tan gelerek katılmış, Evliya Efendi çetelerinin içerisinde birçok yiğitlik gösterdikten sonra Taşhan Taarruzu sırasında Evliya Efendi ile yan yana ve aynı anda Ermeniler tarafından vurularak 4 Şubat 1920’de şehid olmuştu. Ayrıca defnedildiği yeri de çok iyi biliyorlar ve o, Acemli Cami bahçesinde gömülü diyorlar. Bu vesile ile tüm Maraş Milli Mücadelesi şehit ve gazilerini de ayrıca rahmetle andık.

Göksun-Çardak Tarihî Mezar Taşları, Kahramanmaraş’ın tüm çevre köy-kasaba-nahiye-ilçelerine dağılmış, bakımsız, ilgisiz ve kimsesiz mezar taşlarımızdan sadece bir parçasıdır. Vatan topraklarının tapusu niteliğinde olan mezar taşları, ecdadımızın da bu toprakların sahibi olduğunun en temel ispatıdır. Ayrıca zengin kültürümüzün çok çeşitli unsurlarını barındırması açısından oldukça mühim bir tarihî zenginliğimiz niteliğindedir.

Kitaplarda veya arşivlerde bulunan tarihî kaynaklarımız nispeten daha iyi korunabilirken; araziye dağılmış olan mezar taşı, cami-çeşme-abide-köprü-bina vs. kitabeleri vb. kaynaklarımız maalesef doğanın yıpratmasına açık durumdadır. Zaten geçen zaman içerisinde moleküler yapısı zayıflayan bu taş kaynaklarımızdaki tahribatın boyutu rüzgar, kar, dondurucu soğuklar, şiddetli yaz sıcakları gibi tabii etkenlerle hızlanmakta ve her geçen gün bu hazinelerimiz biraz daha ortadan kaybolmaktadır. Bilinçli veya bilinçsiz insan eliyle gerçekleşen tahribat ve aşırılmalar ise ayrı bir trajedidir.

Açık arazi üzerindeki bu muazzam hazinelerimizin korunması, restorasyonu, fotoğraflanıp envanterinin çıkarılması, yazılarının okunup transkribelerinin yapılması ve sanatsal boyutunun incelenmesi gibi ilmî çalışmalar şahısların üstesinden gelemeyeceği kadar büyük boyutludur. Muhakkak surette kurumsal ve devamlı projeler geliştirilerek çalışılması gerekmektedir. Bu konuda başta üniversiteler, bakanlıklar ve bunların taşra teşkilatları, belediyeler, vakıflar bölge müdürlükleri, sivil toplum kuruluşları, basın-yayın gibi toplumun tüm katmanlarının kendi üzerine düşen sorumluluklardan kaçınmaması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, bir millet geçmişinden gelen köklerle yaşar ve değerlerini gelecek nesillere aktarabildiği kadarıyla geleceğini inşa edebilir... 17/07/2019

İbrahim KANADIKIRIK