Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan ve ABD’nin deyimiyle “Yeni Dünya Düzeni” diye adlandırılan büyük kargaşa dönemi ise; özellikle İslâm Dünyasını derin bir kaos, iç çatışma ve işgal sürecine sokmuştur. 30 yıldır devam eden bu dönem, İslâm ülkelerinde genel bir göç hareketliliği doğurmuştur.

Batı Dünyası nazarında, yeryüzünde en değersiz nesnenin Müslüman kanı olduğu ve nice nesillerinin ülke ve medeniyetleriyle birlikte yok edilme sürecine sokulduğu İslâm ülkeleri; merkez-kaç kuvvet merkezi olarak, belki de Kavimler Göçünden beri görülen en büyük göç dalgalarını Anadolu ve Akdeniz üzerinden Avrupa’ya yöneltmiştir.

İslam ülkelerinin başta enerji olmak üzere muazzam yeraltı kaynakları, emperyalist Batılılar için Müslümanlara bırakılmayacak kadar değerlidir. Bu sebeple kontrol edilebilir halde tutulması gereken bu ülkelerin sürekli bir kaos, çatışma ve işgalle perişan edilmesi gerekmektedir. Arakan’dan Afganistan’a, Irak-Suriye’den Kuzey Afrika’ya kadar uzanan hat üzerinde yaşanan yıkımların neticesi olan ve insanca yaşama imkânı elde etmekten başka düşüncesi olmayan modern çağın göçerleri; kaybedecek bir şeylerinin kalmaması dolayısıyla en tehlikeli riskleri göze almaktadırlar.

Dünün Karadeniz’inin yerini bugünün Akdeniz’i almıştır. Mülteciler, yaşadıkları tüm korkunç anılarını ve yoksulluklarını beraberlerinde taşıyarak Batının sınırlarını zorlamaktadırlar. Çok boyutlu ve asimetrik tanımlamalar gerektiren bu modern göçlerin dünya ölçeğindeki sosyo-politik sonuçlarının, gerçek anlamda göçerlerin çocuk ve torunları döneminde; yani yarım asırlık süreçten sonra anlaşılmaya başlayacağı da ortadadır.

Bu süreçte Anadolu coğrafyası hem transit, hem de uzun soluklu göçleri karşılamak durumunda kalmaktadır. Saddam Hüseyin döneminde gerçekleşen Kuzey Irak Kürtlerinin göçü, bu yeni dönemin ilk kitlesel hareketi olurken; Bosna ve Çeçenistan savaşları, Afganistan’ın ABD tarafından işgali ve nihayet Suriye iç savaşının getirdiği büyük ölçekteki göçler, Türkiye’nin güncel meselelerinden birisi olan mülteci problemini de kaçınılmaz kılmıştır.

Hiçbir devlet, kurulu düzenini tehdit edecek ve birçok sosyo-ekonomik problemi beraberinde getirecek düzenli veya düzensiz göç dalgalarıyla karşılaşmayı hoş karşılamaz. Çünkü göç dalgası başta ekonomi ve güvenlik olmak üzere, öngörülemeyen sorunların da kaynağıyla gelir. Fakat, ülkeler kara sınırları göç dalgalarına yakın olduğu nispette de bu hakikati göğüslemekle karşı karşıya kalmaktadırlar.

Burada ülkeler iki tercihten birini seçmek durumundadır. Ya sınırlarını kesin bir şekilde kapatıp, mültecileri sınırlara yaklaştırmayarak, “ne hâliniz varsa görün” şeklindeki duyarsız bir anlayışla göz göre göre felaket ve ölüme terk etmektir ki; bu tutumu Avrupa ülkelerinde yakinen görmekteyiz. Bu onların zaten Roma’dan beri devam eden anlayışlarının bir devamı niteliğindedir. Bugün yeryüzündeki insanca yaşam ve hayatta kalma mücadelesinin neticesi olan göç hareketlerinin kaynağı zaten Batı Dünyasının ta kendisidir.

Vahşi sömürgeci anlayışları ülkelerin harap olmasının bizatihi sebebidir. Kendi ormanlarını ve doğal çevresini büyük bir hassasiyetle koruyan Batı; bir taraftan Amazon Ormanlarını yağma ederken, diğer yandan kendilerine uzak denizlerdeki zayıf ülkelerin kıyılarını sanayi atıklarının, kimyasal ve biyolojik çöplerinin bırakılma alanları olarak kullanmaktadır. Perişan ettikleri ülkelerin insanlarına ise daha da acımasız davranmaktadırlar.

Eski adı Zaire olan Ruanda’da Fransızların bir kabileyi nasıl silahlandırarak, diğer bir kabileyi imhâ ettirdikleri bilgisi, daha hafızalarda canlı olan bir soykırımdır. Bu sebeple mültecileri kıyılarındaki ağzına kadar insan dolu teknelerde aç susuz bekletmekten rahatsızlık duymazken, Akdeniz’de kameralardan uzak sularda nice zavallının bot ve teknelerini batırma vahşetine de imza atmaktadırlar. Bunlardan ancak “Aylan Bebek” misâli, kıyılara vuran cansız bedenlerle haberdar olunabilmektedir.

İkinci tutum ise “bir insanı yaşatan, bütün insanlığı yaşatmış gibidir” düstûrunun neticesi olan mazluma ve zorda kalmışa el uzatma anlayışıdır. İşte bu, meselenin insanî ve vicdâni boyutudur. Yeryüzünde bu hassaslığa sahip olan tek anlayış İslâm inancıdır. Türkiye’nin tarihten beri bu anlayışın merkezi olması, Anadolu’yu insanlığın tek umut adası haline getirmiştir.

İnsanî değerlerini her zaman reel-politik kaygılarının önünde tutan Türkiye, mülteci problemlerinde ekonomik ve sosyal bedeller ödemeyi göze alarak, bu ilkeli duruşunu devam ettirmeyi vicdanî bir sorumluluk olarak görmektedir. Bu sebeple göçerler için de Türkiye cazip bir göç güzergâhıdır. İşin boyutunu bu derece büyüten en önemli coğrafi sebep ise ülkemizin konumunun, istikrârsızlaştırılmış bölgelerin hemen sınırında bulunmasıdır. İstikrarsızlık sadece göç olgusuna sebebiyet vermemekte, ciddi güvenlik sorunlarını da doğurmaktadır.

Bugün Türkiye, tüm zorluklarına ve içerden dışardan karşı karşıya kaldığı reaksiyoner tutumlara rağmen mülteciler için en güvenli liman olma özelliğini devam ettiriyor ve tarihi misyonu icabı da devam ettirecektir. Yıllardan beri sayıları 3,6 milyonu bulan Suriyeli mülteci ülkemizde misafir edilirken; barınma ve iaşeden, beslenme ve sağlığa, eğitimden diğer konulara varıncaya kadar insanca yaşam şartları temin edilmeye çalışılıyor. Nihai hedef ise, bu insanların güvenli hâle getirilecek topraklarına yeniden yerleşmesini sağlamaktır.

1000 yıldır birlikte yaşadığımız ve tarihimizin birlikte şekillendiği bu coğrafyanın amiral gemisi olan Türkiye’nin, doğal uzantılarına sırt çevirmesi kendi varlığı ile çelişmesi ve inkârı anlamına gelir. Bosna’dan Kafkaslara, Kırım’dan Umman ve  Somali’ye, Cezayir’den Orta Asya’ya uzanan hinterland ilgisiz kalacağımız bir coğrafya değildir. Oralarda meydana gelen bir gelişme nasıl herkesten ziyade Türkiye’yi ilgilendiriyor ve etkiliyorsa, Türkiye’de meydana gelen bir gelişme de o diyarların kaderini belirliyor. Yani bize ne Suriye’den, Filistin’den, Afganistan’dan, Doğu Türkistan’dan, Afrika’dan diyebilme lüksümüzün olmadığı gibi, o bölgeler de, bize ne Türkiye’den diyebilecek durumda değiller.

Balkan ve 1.Dünya Savaşlarıyla diz çöktürülüp, tarihten geçici olarak çekilmek zorunda bırakılan Türk Milletinin; doğal hinterlandıyla ilâ-nihâye bağlarını koparması ve ilgisiz kalmasını beklemek, bu milletin ve devletin misyonunu tamamladığını düşünmektir. Son bir asrını, toparlanma ve güçlenme süreci olarak geçiren Türkiye’nin; Bosna Savaşıyla beraber etrafındaki soydaş ve dindaşlarına el uzatarak, bağlarını güçlendirmeye çalışması, potansiyelini yeniden harekete geçirdiği anlamına gelmektedir. Aslında bu durumun ilk somut eylemini 1974-Kıbrıs Barış Harekâtında görmüştük.

Ancak, kesintisiz bir şekilde etrafıyla ilgilenmeye başlayıp, sahipsiz bırakmama sürecine giriş ise Soğuk Savaş sonrasında başlamıştır. Bosna, Kosova, Bulgaristan Türkleri, Batı Trakya, Kafkasya, Kuzey Afrika, Azerbaycan, Filistin, Irak, Suriye, Somali, Katar gibi bölgelerde ve bunlarla iltisaklı denizlerde faaliyet göstererek, uluslararası anlamda etkinliğini artırması, Türkiye’nin tarihî misyonuna güçlü bir şekilde geri dönüyor olması anlamına gelmektedir.

Bugün Türkiye, yeryüzündeki göç ve mülteci dalgalarına samimi anlamda çözüm bulmaya gayret eden tek ülke konumundadır. Tarihin hiçbir döneminde sömürgeci bir anlayışta olmamış ve sömürgeci güçlerle her daim mücadele içerisinde olmuş Türkiye’nin bu durumu, aslında genetik kodlarının bir neticesidir. Yani herkes kendinden bekleneni yapmaktadır.

Netice olarak; göçü tersine döndürüp, taşları yerine oturtmanın yegâne yolu göç veren toprakların yeniden yaşanabilir ve güvenli hale getirilmesinden geçmektedir. Mültecilere kapılarını kapatarak, göz göre göre imhâ edilmeleri kolaycılığına sapmayan Türkiye, bugün yeryüzündeki hâkim müesses şeytanî düzene karşı yok edilememiş insanlık vicdanının mücadelesini vermektedir.

Batı dünyasından, olmayan insaflarını beklemek mazlumların sayısını ve feryatlarını artırmaktan başka işe yaramayacaktır. Askeri yönden dışa bağımlılıktan kurtulmadan güçlü olunamayacağını çok iyi bilen Türkiye, savunma sanayiinde kendi göbeğini kendi kesmektedir. Bir yandan kendi kendine yetebilme anlayışı içinde savunma teknolojilerini geliştirirken, diğer yandan diplomatik adımları ihmâl etmemektedir. Tüm tehdit ve baskılara rağmen çok yönlü diplomasi ayağıyla uluslararası alanda haklılığının mücadelesini veren ülkemiz, sınırlarında gerçekleştirdiği askeri hareketlerle de güvenli bölgeler meydana getirip, mülteci göçerlerin vatanlarına dönüş yapmalarını sağlamaya çalışmaktadır.

Bu itibarla Türkiye’nin Kuzey Suriye’de; Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarından sonra üçüncü aşama olarak gerçekleştirmeye başladığı BARIŞ PINARI Harekâtının başarıya ulaşması; başta terör tehdidinin bitirilmesi olmak üzere, güvenlik kaygılarımızın giderilmesi, bölgenin daha da bölünmemesi ve Suriyeli mültecilerin vatanlarına dönüşlerinin kapısının açılması hususunda hayati derecede önem taşımaktadır. Bölgenin huzurlu geleceğinin tek teminatının Türkiye’nin güçlü ve etkin olmasından geçmekte olduğu ortadadır.

Rabbimizden duamız; Batılı Haçlılarca teçhiz edilmiş taşeron terör örgütünün hezimete uğratılarak, kahraman ordumuzun muzaffer olmasıdır…